2 Mart 2012 Cuma
Makale...
Sesi, Müziğini Bastırmayacak
Ses aralığının genişliği ve ses tellerinin uzunluğuyla bir ‘ses sihirbazı’ gibi sunulan Cem Adrian, sesini değil müziğini duyurmanın derdinde. “Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti” albümü de bu amaca hizmet etsin istiyor. Geçen sene ‘Fazıl Say’ın keşfi’ olarak ses tellerinin uzunluğu ve ses aralığının genişliğiyle
gündeme gelen Cem Adrian, bu kez daha olgun bir tavırla karşımızda. Demo kayıtlarından oluşan “Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım”dan sonra sadece şarkıları değil prodüktörlüğü de kendisine ait “Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti” albümünü tamamladı.
Önce bilgileri teyit edelim; Cem Adrian’ın ses telleri, ortalama bir insanın ses tellerinin üç katı uzunluğunda. Bu ona geniş bir hareket imkânı sağlıyor. Biraz daha açmak gerekirse kendisi, adeta kadın sesi zannedilecek tizlikte okumaya başladığı şarkının ikinci kıtasını gayet pes bir erkek sesiyle söyleyip aradaki keman, trompet gibi sesleri de aynen çıkarabiliyor, pek çok şarkıcının seslerini ayırt edilemez biçimde taklit edebiliyor. Ama bunlar da bir yere kadar! Yani en azından Adrian böyle düşünüyor artık. Zaten bütün bunların üstünde geçen sene haddinden fazla durulmuştu. Ne de olsa her gün bir ‘olağanüstü yetenek’le karşılaşmıyoruz. Ama işin sanatçıya dönük yanı biraz, hatta epey sıkıntılı. “Albümle birlikte ticari bir nesne haline geldiğimi fark ettim; yani sözleşmeler, reklamlar, bir sonraki albüm için stratejiler falan. Müzikten uzaklaşmaya başladığımı hissettim ve korktum.” diyor Adrian. Bu endişenin sonucu “Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti”de prodüktör olmuş. “Bu, daha fazla parayla pulla ilgilenmeyi gerektirmiyor mu?!” diye soruyoruz. “Hayır!” diyor; “Ben işin o kısmında değilim. Ben şarkılarla ilgili prodüktörlük yapıyorum, kimse karışamıyor şarkılarıma. Para pul işleriyle ilgili olarak ise itiraf edeyim ki albümün çıkmasına ramak kaldı; ama ben hâlâ bir tane bile sözleşmeye imza atmış değilim. Böyle bir prodüktörüm işte!” Bu şekilde çalışmakta da bir sorun çıkmamış ki Adrian aynı zamanda nicedir sesini duymadığımız Umay Umay’a da bu yıl içinde bir albüm hazırlamak için kolları sıvamış. Kendi albümünde de sanatçıyla düet yapan Adrian, Umay’ın albümüne de dört beste vermiş.
Ağlak şarkılar yapmam!
“Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti” albümündeki şarkılarda yağmur ve gecenin özel bir yeri var. Ama bu melankolik bir tavır değil. ‘Sokaklarda kendisiyle dolaşan, geceleri başucunda duran’ yağmurdan teselli değil de ‘çaresizliğini yüzüne vur’masını isteyen bir kırılgan metanet bu. Yarayı daha da deşip kanatmaya azimli, çok net, çok güçlü bir tavır. Sıkça tekrarlanan ‘korkmuyorum’ sözü de bunu teyit ediyor. Çünkü Adrian’ın felsefesi bu: “Kendi yaranı kendin dik! Yaşıyorsak elbette acı çekeceğiz, bizden daha çok ya da daha az acı çekenler olacaktır. Ben kaderci bir insanım; kadere, Tanrı’ya, her şeyin bir nedeni olduğuna, döktüğümüz her damla gözyaşının başka bir yerden bize döneceğine inanıyorum. Ama ben acıyı hiçbir zaman ağlak bir şarkıyla anlatmam. Acıyı sahiplenmek değerlidir.” Mete Özgencil de yıllar evvel bu minvalde bir söz etmişti; “Ben acıya pabuç bırakmayacak insanlara sesleniyorum.” diye. Adrian’sa seslendiği kitleyi, ‘Kelimelerin altında kelime arayan, her şeyden kolaylıkla etkilenen, kaldırımları ve sokak lambalarını sadece belediye hizmeti olarak görmeyip onlarla duygusal bağ kuranlar’ olarak tanımlıyor.
Albümün, Yasin Vural ve Erkan Tatoğlu ile yaklaşık bir yıl süren çalışmaları sırasında ne büyük bir işe kalkıştığını anlamış Adrian. “Önceden ben şarkıyı kaydeder, üstüne vokallerini, yaylıları falan okuyup bitirirdim. Ama teknik imkânlar öyle artmış ki daha önce iki kanal ses kaydederken bu sefer 22 kanal kaydedebiliyorduk. Bu benim daha çok ses çıkarmam ve çalışmaların uzaması da demek oluyordu aynı zamanda; ama benzersiz bir şey oldu. Özellikle ‘Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti’de 134 kanal, salt sesten oluşan bir kayıt yaptık; tek kişilik koro!” Tam da sözün burasında değinmemiz gereken bir nokta var. Adrian her ne kadar yaptığı işin farklılığına dikkat çekse de dikkatlerin sadece buraya odaklanmasından da hoşnut değil. Özetle, ‘Sesten ibaret değilim!’ demeye çalışıyor. Öte yandan çok özel bir yeteneğin de sahibi. O da düşünüyor bu işin orta noktasını: “Sesim benim enstrümanım. Ama ruh olmadan ses sadece gıcırtıdır. Ses şovu yapmak istemiyorum ben, sesimle müzik yapıyorum. Her daim eleştirenler olacaktır; ama ne yapayım? Eleştirilir diye sesimi kullanmayayım mı?! Bu tıpkı güzel bir filmin bütününü algılamak yerine oyuncusunun tipine takılmak gibi bir şey.” Aslında Cem Adrian’a da böyle ‘komple’ bir bakış daha doğru olacak; kendisi sadece söz ve beste yapıp müzikle ilgilenmiyor, prodüktörlüğe niyet ettiğinden beri müzikle ilgili, klibini yönetmeye karar verdiğinden beri de görüntü yönetimiyle ilgili üçer bilgisayar programı öğrenmiş. Öte yandan albümüyle aynı adı taşıyan ve gelecek ay yayınlanacak bir kitabın hazırlığında.
Nereye gitsem taşırım bu isimleri
Nereye gidersem gideyim yanımda illa ki The Miseducation of Lauryn Hill olur. Sonra, bir Bjork CD’si. Chat Baker, ilk kadın tangocu Seyyan Hanım’ın eski kayıtlarından bir albüm, Düş Sokağı Sakinleri’nin ilk albümü, Ezginin Günlüğü’nün kendi yaptığım toplaması, DJ’ken yaptığım “Gökyüzünün Yıldızları” diye bir toplama albüm, Bülent Ortaçgil Light, Kent Ozanları… Bir de İstanbul’a ilk gelip yardım istediğimde beni kırsa da Yıldız İbrahimova’nın Çigan romanslarını ayıramam yanımdan. “Hoşça kal”ı ne zaman dinlesem içimde buzdağları çarpıyor birbirine.
Elif Tunca
gündeme gelen Cem Adrian, bu kez daha olgun bir tavırla karşımızda. Demo kayıtlarından oluşan “Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım”dan sonra sadece şarkıları değil prodüktörlüğü de kendisine ait “Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti” albümünü tamamladı.
Önce bilgileri teyit edelim; Cem Adrian’ın ses telleri, ortalama bir insanın ses tellerinin üç katı uzunluğunda. Bu ona geniş bir hareket imkânı sağlıyor. Biraz daha açmak gerekirse kendisi, adeta kadın sesi zannedilecek tizlikte okumaya başladığı şarkının ikinci kıtasını gayet pes bir erkek sesiyle söyleyip aradaki keman, trompet gibi sesleri de aynen çıkarabiliyor, pek çok şarkıcının seslerini ayırt edilemez biçimde taklit edebiliyor. Ama bunlar da bir yere kadar! Yani en azından Adrian böyle düşünüyor artık. Zaten bütün bunların üstünde geçen sene haddinden fazla durulmuştu. Ne de olsa her gün bir ‘olağanüstü yetenek’le karşılaşmıyoruz. Ama işin sanatçıya dönük yanı biraz, hatta epey sıkıntılı. “Albümle birlikte ticari bir nesne haline geldiğimi fark ettim; yani sözleşmeler, reklamlar, bir sonraki albüm için stratejiler falan. Müzikten uzaklaşmaya başladığımı hissettim ve korktum.” diyor Adrian. Bu endişenin sonucu “Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti”de prodüktör olmuş. “Bu, daha fazla parayla pulla ilgilenmeyi gerektirmiyor mu?!” diye soruyoruz. “Hayır!” diyor; “Ben işin o kısmında değilim. Ben şarkılarla ilgili prodüktörlük yapıyorum, kimse karışamıyor şarkılarıma. Para pul işleriyle ilgili olarak ise itiraf edeyim ki albümün çıkmasına ramak kaldı; ama ben hâlâ bir tane bile sözleşmeye imza atmış değilim. Böyle bir prodüktörüm işte!” Bu şekilde çalışmakta da bir sorun çıkmamış ki Adrian aynı zamanda nicedir sesini duymadığımız Umay Umay’a da bu yıl içinde bir albüm hazırlamak için kolları sıvamış. Kendi albümünde de sanatçıyla düet yapan Adrian, Umay’ın albümüne de dört beste vermiş.
Ağlak şarkılar yapmam!
“Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti” albümündeki şarkılarda yağmur ve gecenin özel bir yeri var. Ama bu melankolik bir tavır değil. ‘Sokaklarda kendisiyle dolaşan, geceleri başucunda duran’ yağmurdan teselli değil de ‘çaresizliğini yüzüne vur’masını isteyen bir kırılgan metanet bu. Yarayı daha da deşip kanatmaya azimli, çok net, çok güçlü bir tavır. Sıkça tekrarlanan ‘korkmuyorum’ sözü de bunu teyit ediyor. Çünkü Adrian’ın felsefesi bu: “Kendi yaranı kendin dik! Yaşıyorsak elbette acı çekeceğiz, bizden daha çok ya da daha az acı çekenler olacaktır. Ben kaderci bir insanım; kadere, Tanrı’ya, her şeyin bir nedeni olduğuna, döktüğümüz her damla gözyaşının başka bir yerden bize döneceğine inanıyorum. Ama ben acıyı hiçbir zaman ağlak bir şarkıyla anlatmam. Acıyı sahiplenmek değerlidir.” Mete Özgencil de yıllar evvel bu minvalde bir söz etmişti; “Ben acıya pabuç bırakmayacak insanlara sesleniyorum.” diye. Adrian’sa seslendiği kitleyi, ‘Kelimelerin altında kelime arayan, her şeyden kolaylıkla etkilenen, kaldırımları ve sokak lambalarını sadece belediye hizmeti olarak görmeyip onlarla duygusal bağ kuranlar’ olarak tanımlıyor.
Albümün, Yasin Vural ve Erkan Tatoğlu ile yaklaşık bir yıl süren çalışmaları sırasında ne büyük bir işe kalkıştığını anlamış Adrian. “Önceden ben şarkıyı kaydeder, üstüne vokallerini, yaylıları falan okuyup bitirirdim. Ama teknik imkânlar öyle artmış ki daha önce iki kanal ses kaydederken bu sefer 22 kanal kaydedebiliyorduk. Bu benim daha çok ses çıkarmam ve çalışmaların uzaması da demek oluyordu aynı zamanda; ama benzersiz bir şey oldu. Özellikle ‘Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti’de 134 kanal, salt sesten oluşan bir kayıt yaptık; tek kişilik koro!” Tam da sözün burasında değinmemiz gereken bir nokta var. Adrian her ne kadar yaptığı işin farklılığına dikkat çekse de dikkatlerin sadece buraya odaklanmasından da hoşnut değil. Özetle, ‘Sesten ibaret değilim!’ demeye çalışıyor. Öte yandan çok özel bir yeteneğin de sahibi. O da düşünüyor bu işin orta noktasını: “Sesim benim enstrümanım. Ama ruh olmadan ses sadece gıcırtıdır. Ses şovu yapmak istemiyorum ben, sesimle müzik yapıyorum. Her daim eleştirenler olacaktır; ama ne yapayım? Eleştirilir diye sesimi kullanmayayım mı?! Bu tıpkı güzel bir filmin bütününü algılamak yerine oyuncusunun tipine takılmak gibi bir şey.” Aslında Cem Adrian’a da böyle ‘komple’ bir bakış daha doğru olacak; kendisi sadece söz ve beste yapıp müzikle ilgilenmiyor, prodüktörlüğe niyet ettiğinden beri müzikle ilgili, klibini yönetmeye karar verdiğinden beri de görüntü yönetimiyle ilgili üçer bilgisayar programı öğrenmiş. Öte yandan albümüyle aynı adı taşıyan ve gelecek ay yayınlanacak bir kitabın hazırlığında.
Nereye gitsem taşırım bu isimleri
Nereye gidersem gideyim yanımda illa ki The Miseducation of Lauryn Hill olur. Sonra, bir Bjork CD’si. Chat Baker, ilk kadın tangocu Seyyan Hanım’ın eski kayıtlarından bir albüm, Düş Sokağı Sakinleri’nin ilk albümü, Ezginin Günlüğü’nün kendi yaptığım toplaması, DJ’ken yaptığım “Gökyüzünün Yıldızları” diye bir toplama albüm, Bülent Ortaçgil Light, Kent Ozanları… Bir de İstanbul’a ilk gelip yardım istediğimde beni kırsa da Yıldız İbrahimova’nın Çigan romanslarını ayıramam yanımdan. “Hoşça kal”ı ne zaman dinlesem içimde buzdağları çarpıyor birbirine.
Elif Tunca
Zaman Gazetesi - 27 Ocak 2007
Röportaj ..
Meleklerle Melekler Kahvesi'nde Sohbet...
Didem: Cem Adrian'ın projelerinden bahseder misin. Kısa dönemde neler yapmayı düşünüyorsun?
Cem: Yarın "Yağmur"un klibini çekiyoruz. Bu sene çok konser yapmak istiyorum. Albümümdeki şarkıları söylemeyi çok istiyorum. İnsanlarla paylaşmayı istediğim şarkılar yaptım ben ve bu yüzden de onlarla paylaşmak istiyorum. Bunun dışında çok fazla video çekmek istiyorum. Balans konserinde yayınlanan "Sonbahar" klibini diğer sonbahara koyduk. Çok fazla video hazırlayıp bu videoları dvd şeklinde piyasaya sürmek istiyorum. Çok fazla şey istiyorum aslında, insanlarla çok fazla iletişimde olmak istiyorum. Sürekli konserlerde kayıt alıyoruz. Çok nteraktif bir insan olmaya başladım. (Gülüyoruz) Çünkü şimdi ilk albümümün acısını çıkarıyorum.
Didem: Peki Fazıl Say'la proje fikri var mı? Orkestra ile çalışma ya da solo konserler gibi..?
Cem: Fazıl Say'la onun işlerini yapıyoruz. Birlikte bir film soundtrack'i üzerinde çalışıyoruz. Bazı kayıtlar için sesimi veriyorum. Fazıl Say'la dostluğumuz da çok iyi devam ediyor ama zaten müzikal olarak da birleşmemiz çok mümkün değil, sadece kesişme noktalarımız vardı. Ve bu kesişme noktaları devam ediyor. Çünkü, benim yolum çok farklı, onunki de her zaman çok farklıydı; ama yolları çok farklı olan insanlar da bir noktada kesişebiliyor. Onu hala çok seviyorum ve saygı duyuyorum; O'nun da saygı ve sevgisi var, bu konuda bir problemimiz yok. Orkestra konusunda... Şimdi, bu albümün konseptinde sert gitarlar var, elektronik var, yaylılar var ya da yumuşak şarkılar var. Bunları farklı konseptlerde birleştirebiliriz. Bu albümün bir caz konseri de olabilir, dün geceki gibi (19 Aralık Hayal Kahvesi) akustik bir versiyonu ya da elektronik versiyonu da olabilir. Ama şu anda kafamda öyle dev bir orkestra ile bir şey yapma fikri yok, çünkü ben duyguları çok minimal yöntemlerle insanlara vermeliyim, bunu seviyorum. Ben, duyguların dev olduğunu düşünüyorum, vermek istediklerimin dev olduğunu düşünüyorum. Tek gitarla da aktarılabileceğine inanıyorum, inanmak istiyorum.
Didem: Cem Adrian'ın sahnedeki duygularını anlatır mısın bize? Transa giriyorsun resmen... Neler yaşıyor?..
Cem: Ben kendimi videoda izlemekten hoşlanmıyorum. Balans konserinde örneğin, fotoğraflarımı gördüm. Elimde olan bir şey değil. Şarkı söylemek dünyada en sevdiğim şey, benim için vazgeçilmez bir şey. Bunun için yaşıyorum ben zaten. O anda kontrolüm dışında gelişen başka bir şey...Ne yaptığıma dair bir fikrim yok.
Didem: Ya içteki hislerin... Nasıllar..?
Cem: Sadece, dışarıdaki her şeyi hissediyorum. Görmüyorum. Ben gözlerim açık şarkı söyleyemem, sevmiyorum.
Didem: Şarkı oluyorsun adeta o anda...
Cem: Şarkı bitince de o "şey" bitiyor. Sahnede olmayı sanırım bundan dolayı çok seviyorum. Başka bir yerde böyle bir şey hissetmiyorum.
Didem: İlk konserinden bahseder misin? Bilkent'te Fazıl Say'la çıktığın o konserden?
Cem: Çok heyecanlanmıştım ben. İnanılmaz heyecanlıydım. Ama ilk şarkının ilk bir kaç cümlesine kadar. Şarkıya başladığım anda sesim filan kırılmıştı; yani dinlediğimde benim sesim bile değildi. Ama orada da gözlerimi kapatarak bu sorunu çözmüştüm. Büyük bir konserdi benim için. İlk defa akademik bir çevreye, yorumumu dinlemek için gelmiş, benim hakkımda çok büyük şyler duymuş olan insanlara verdiğim ilk büyük konserdi. Ve hayret ediyorum, ilahi bir olay bence, daha sonra kendimi izlediğimde bütün şarkıları çok iyi bir şekilde söylemişim. Ki iki kaydını zaten ilk albüme verdim, "Summertime" ve "Uzun İnce Bir Yoldayım" bu konserdeki kayıtlar. Normalde bu, çok zor yakalanan bir durum. Kusursuz olmalı ki bie albüme koyabilmelisin.
Didem: Sanki konser salonundaki herkes yok olmuştu. Sadece Cem. Salondaki sinerji zaten muhteşemdi.
Cem: Bir de ben akademik çevreden hoşlanmazdım o zamana kadar, tanımıyordum. Önyargılılarım vardı, başıma gelenlerden sonra. Akademik çevrenin karşısına çıkıp ben buyum diyebilmek, ama arkanızda Fazıl Say varken, gerçekten enteresan bir duygu. Çünkü o insanlar ince eleyip sık dokuyan, ufak sahne problemlerine dikkat edenler. Bunların benim için hiç bir önemi yok. Ben sahneye çıkarken detone de olurum, şarkı sözlerini de unuturum, hiç sorun değil, umurumda da değil. Ben oradayım ve "sadece" şarkı söylüyorum. Ben sadece o anla ilgilenirim. Bunu dışında, işte daha estetik durayım, daha yakışıklı görüneyim, sesim detone olmasın gibi kaygılarım yok. Ama akademik çevrelerde bunun büyük bir önemi vardır.
Didem: Bence o gecenin o kadar mükemmel olmasının bununla da ilgisi vardı, yani senin bu gibi şeyleri umursamaman...
Cem: Beni ilgilendirmiyor. Yani, siyah ayakkabı herkes giyerken ben giymedim. Ayrıca bordo gömlek giydim herkes siyah giyiyorken, gömleğimi dışarı çıkardım. Çünkü ben buyum.
Didem: İçindeki Cem'i paylaşır mısın bizimle? Özdeki Cem nasıl biri?
Cem: İkiye ayrılıyor bence insanlar. Biri içiniz ve diğeri de dışarıda olmak zorunda olduğunuz. Ben, Cem Adrian'ı benim dışımda biri olarak görüyorum aslında. O'nun prodüktörüyüm, şarkı yazarıyım. O'nun bir yere gelebilmesii insanlara ulaşabilmesi için elimden geleni yapıyorum. Gerçekten O'nun dışında biri daha var- bunun da içine girerseniz... Edirne'den gelmiş, şarkılar yapan; şarkı yapmak için zor yollardan geçmiş, inatçı, hedefleri olan ve bu hedefleri için her şeyi yapacak olan çok gözü kara bir insan var (Gülüyor). Çok fazla bir şey de söyleyemiyorum aslında. Çok kolay yolları seçip çok farklı yerlerde olabilirdim-olabilirdik. Serkan, müzik hayatım boyunca benimle birlikteydi. Çok kolay yolları seçmedik, hala da seçmiyoruz. Umurumuzda bile değil. Bu yolda gitmeye inat etmişim ve bu inadın bile sebebini bilmeyen biri var karşında (Gülüyoruz). Neden, bunu bile bilmiyorum.
Didem: Bir görevin var buraya gelmenin...
Cem: Elbette var. Evet, gerçekten de... Maddi gerçeklikler var bir de. Bunların dışına çıkmamız çok zor. Bu zorluklardan çıkacak olan insanları, onları bir araya toplamak çok zor. Aynı benim gibi... Benim etrafımda hep öyle insanlar var. Tamam, çok para kazanabilirsin. Çünkü yadsınamayacak şeyler var. Sesimin biyolojik özellikleri gibi. Bunları yapmak istemiyorum. Her şey çok gerçek. Ankara'da hiç kimse şunu düşünmedi: ne yapsak satarız? Satarsa satar. Aynen dün geceki ya da Balans'taki konserim gibi. Yani, şöyle yapalım da satalım gibi bir derdim yok. Böyle bir derdim olsa, mesela dün gece sadece ses şovuna yönelik bir konser yapardım. Umrumda bile değil. Bunun üzerine "Ben Geldim" söylüyorum... İçimden gelen bu...
Erdal: Ben biraz daha sıkıştırayım (Gülüşmeler). Bilkent'teki konserinden sonra yaptığın bir röportajda, melekler ve mucizelere inandığını söylemişsin. Burada dikkatimizi çeken ve araştırmaya yönelten şu oldu: Senin sesinin sahip olduğu özelliklerin bin yılda bir geldiğini söyleyenler var, ve benim araştırmalarıma göre eski kadim kitaplarda yeryüzünde çok nadir rastlanan melek seslerden bahsedilir. Senin bu konu hakkındaki düşünceni öğrenebilir miyiz?
Cem: Kendimi bir melek olarak görmüyorum öncelikle (Gülüyor) İnsanlara böyle bir amaçla geldiğimi düşünmüyorum. Ben aslında çok sıradan biri olduğumu düşünüyorum, o anlamda. Tamam, sesimin renkleri, biyolojik özellikleri vs olabilir. Bu soruya cevap veremem aslında. Kendime böyle bir bakış açısıyla bakamam. Böyle bir araştırmam da olmadı. Ancak, öyle bir efsane varsa gerçektir. Ama onlardan biri mi olduğuma ben karar veremem. Ancak ben kendimi bir melek olarak görmüyorum.
Erdal: Dikkatimizi çeken bir diğer şey de sahne ve kliplerinde kullandığın, genelde toplum tarafından pek fark edilmeyen semboller. Örneğin sahnede mavi ve mor renkleri kullanıyorsun ağırlıklı olarak. Ya da görüntülerde adeta görünmeyeni göstermeye çalışıyorsun... Hem silinik hem net... Balans konserindeki görüntüler, örneğin eline damlayan bir su damlası, ya da elindeki masmavi bir tüy gibi... (Cem, masmavi tüyü duyunca sımsıcak bir gülümseme beliriveriyor yüzünde)
Cem: Hepsi de benim hayatımda çok özel, çok büyük şeyler. Bunları fazla paylaşamayacağım, kendime özel olduğu için, ama hepsi çok çok özel semboller. "Sonbahar"daki elimde tuttuğum tavus kuşu tüyü... Oradan geçen mavi bir kuş tüyü, kelebekler vs. Bunlar benim için gerçekten çok özel semboller; yağmur da buna dahil olmak üzere (Gülüyor). Aslında, benimle aynı hisse sahip insanlar için, benimle aynı düşünen insanlar için zaten bunlar çok önemli semboller. Örneğin kuş tüyüne, kuşun kanadından kopmuş biyolojik bir madde olarak bakmıyorlar. Ya da bir sokak lambasına, ki bunu geçenlerde yine söyledim, bir belediye hizmeti olarak bakmıyorlar. Zaten bu, onlar için de öyle. Yani, o sembolleri kullanıyorum ve onlar bir şekilde ulaşıyorum. Sana (Erdal), ya da sana (Didem) bir şekilde ulaşıyorum ve sen görünce, işte benim için de böyle bir anlamı var diyorsun. O insanlara ulaşma yöntemim, görsel olarak bu sembolleri kullanmak. Değerli semboller ve o sembollerle o insanları buluyorum ben. Dinleyicilere sadece sesle değil, bu sembollerle de ulaşıyorum ben. Özellikle "Sonbahar"ın klibinde çok kullandım. Ya da "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım"da kırmızı kuş tüyleri var mesela. Ben, başka bir klipte görseydim, o insan benim için özel olurdu.
Erdal: "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım" şarkısını sahnede her okuduğunda, onu yazdığın kişi ya da şeye olan özlemin, aşkın ya da her ne ise sanki kat kat artıyor...
Cem: Hayatımdaki en özel şarkı ve hayatımdaki en özel insanla bir bağlantı kuruyorum bu şarkıyı söylerken., bunu söyleyebilirim. Bağlantıdayım yani. Tüm şarkılar benim hayatımda özel olabilir , ama bu şarkı çok daha özel.
Erdal: Çünkü, sahnede bu şarkıyı söylerken o kişi oradaymış ya da sen o sahnede değilmişsin gibi...
Cem: Ben sanırım bu sorunun cevabını kitabımda anlattım. Özellikle bu şarkı için uzun bir bölüm var. Sanırım o, cevabı olacaktır. Çünkü, gerçekten anlatabileceğim bir durum değil. Konserlerde de mesela, şimdi çok özel bir parça söyleyeceğim derim, çünkü gerçekten de öyle. Belki de yazdığım en güzel şarkı... Bir daha böylesini yapabilir miyim bilmiyorum.
Erdal: Benim bildiğim kadarıyla yaklaşık olarak 250 adet kaydın var. Bunları ne zaman paylaşacaksın?
Cem: Konserlerde söylüyorum yavaş yavaş. Dün akşamki konserde iki tanesini söyledim. İnternet sitemde "Uzaklardan"ı yayınladım. Hepsini yayınlamam mümkün değil, albüm halinde. Eski kayıtlar şeklinde internet sitesinden yayınlamak istiyorum Üretimim devam ettiği için.. O şarkılar çok geride kaldı. Hepsi de yayınlayabileceğim şarkılar değil. Çok değişti her şey hayatta; ama yayınlayabileceklerimi yayınlıyorum. Yavaş yavaş paylaşacağım.
Erdal: Teşekkür ederiz Cem...
Cem: Ben teşekkür ederim.
Resmi röportaj bittikten sonra albümümü imzalatmak için CD'yi Cem'e uzattığım arada gelecek konserlerini sordum Serkan ve Cem'e. Ocak sonu gibi Ankara'da, ya da Eskişehir'de konserler gözüküyor sanıyorum. Tam tarih belli değil ama takipte olun derim ben... Ruhuma dokunan bu titreşimden mahrum kalmayın buradaki yaşamda...
Ve işte güne doğan bir yaşamın getirdikleri, benliğiyle birlikte... Huzur dolsun yaşamı ve sevgisi eksik olmasın... İyi ki VARsın...
Röportaj: Didem Çivici & Erdal Didar
Cem: Yarın "Yağmur"un klibini çekiyoruz. Bu sene çok konser yapmak istiyorum. Albümümdeki şarkıları söylemeyi çok istiyorum. İnsanlarla paylaşmayı istediğim şarkılar yaptım ben ve bu yüzden de onlarla paylaşmak istiyorum. Bunun dışında çok fazla video çekmek istiyorum. Balans konserinde yayınlanan "Sonbahar" klibini diğer sonbahara koyduk. Çok fazla video hazırlayıp bu videoları dvd şeklinde piyasaya sürmek istiyorum. Çok fazla şey istiyorum aslında, insanlarla çok fazla iletişimde olmak istiyorum. Sürekli konserlerde kayıt alıyoruz. Çok nteraktif bir insan olmaya başladım. (Gülüyoruz) Çünkü şimdi ilk albümümün acısını çıkarıyorum.
Didem: Peki Fazıl Say'la proje fikri var mı? Orkestra ile çalışma ya da solo konserler gibi..?
Cem: Fazıl Say'la onun işlerini yapıyoruz. Birlikte bir film soundtrack'i üzerinde çalışıyoruz. Bazı kayıtlar için sesimi veriyorum. Fazıl Say'la dostluğumuz da çok iyi devam ediyor ama zaten müzikal olarak da birleşmemiz çok mümkün değil, sadece kesişme noktalarımız vardı. Ve bu kesişme noktaları devam ediyor. Çünkü, benim yolum çok farklı, onunki de her zaman çok farklıydı; ama yolları çok farklı olan insanlar da bir noktada kesişebiliyor. Onu hala çok seviyorum ve saygı duyuyorum; O'nun da saygı ve sevgisi var, bu konuda bir problemimiz yok. Orkestra konusunda... Şimdi, bu albümün konseptinde sert gitarlar var, elektronik var, yaylılar var ya da yumuşak şarkılar var. Bunları farklı konseptlerde birleştirebiliriz. Bu albümün bir caz konseri de olabilir, dün geceki gibi (19 Aralık Hayal Kahvesi) akustik bir versiyonu ya da elektronik versiyonu da olabilir. Ama şu anda kafamda öyle dev bir orkestra ile bir şey yapma fikri yok, çünkü ben duyguları çok minimal yöntemlerle insanlara vermeliyim, bunu seviyorum. Ben, duyguların dev olduğunu düşünüyorum, vermek istediklerimin dev olduğunu düşünüyorum. Tek gitarla da aktarılabileceğine inanıyorum, inanmak istiyorum.
Didem: Cem Adrian'ın sahnedeki duygularını anlatır mısın bize? Transa giriyorsun resmen... Neler yaşıyor?..
Cem: Ben kendimi videoda izlemekten hoşlanmıyorum. Balans konserinde örneğin, fotoğraflarımı gördüm. Elimde olan bir şey değil. Şarkı söylemek dünyada en sevdiğim şey, benim için vazgeçilmez bir şey. Bunun için yaşıyorum ben zaten. O anda kontrolüm dışında gelişen başka bir şey...Ne yaptığıma dair bir fikrim yok.
Didem: Ya içteki hislerin... Nasıllar..?
Cem: Sadece, dışarıdaki her şeyi hissediyorum. Görmüyorum. Ben gözlerim açık şarkı söyleyemem, sevmiyorum.
Didem: Şarkı oluyorsun adeta o anda...
Cem: Şarkı bitince de o "şey" bitiyor. Sahnede olmayı sanırım bundan dolayı çok seviyorum. Başka bir yerde böyle bir şey hissetmiyorum.
Didem: İlk konserinden bahseder misin? Bilkent'te Fazıl Say'la çıktığın o konserden?
Cem: Çok heyecanlanmıştım ben. İnanılmaz heyecanlıydım. Ama ilk şarkının ilk bir kaç cümlesine kadar. Şarkıya başladığım anda sesim filan kırılmıştı; yani dinlediğimde benim sesim bile değildi. Ama orada da gözlerimi kapatarak bu sorunu çözmüştüm. Büyük bir konserdi benim için. İlk defa akademik bir çevreye, yorumumu dinlemek için gelmiş, benim hakkımda çok büyük şyler duymuş olan insanlara verdiğim ilk büyük konserdi. Ve hayret ediyorum, ilahi bir olay bence, daha sonra kendimi izlediğimde bütün şarkıları çok iyi bir şekilde söylemişim. Ki iki kaydını zaten ilk albüme verdim, "Summertime" ve "Uzun İnce Bir Yoldayım" bu konserdeki kayıtlar. Normalde bu, çok zor yakalanan bir durum. Kusursuz olmalı ki bie albüme koyabilmelisin.
Didem: Sanki konser salonundaki herkes yok olmuştu. Sadece Cem. Salondaki sinerji zaten muhteşemdi.
Cem: Bir de ben akademik çevreden hoşlanmazdım o zamana kadar, tanımıyordum. Önyargılılarım vardı, başıma gelenlerden sonra. Akademik çevrenin karşısına çıkıp ben buyum diyebilmek, ama arkanızda Fazıl Say varken, gerçekten enteresan bir duygu. Çünkü o insanlar ince eleyip sık dokuyan, ufak sahne problemlerine dikkat edenler. Bunların benim için hiç bir önemi yok. Ben sahneye çıkarken detone de olurum, şarkı sözlerini de unuturum, hiç sorun değil, umurumda da değil. Ben oradayım ve "sadece" şarkı söylüyorum. Ben sadece o anla ilgilenirim. Bunu dışında, işte daha estetik durayım, daha yakışıklı görüneyim, sesim detone olmasın gibi kaygılarım yok. Ama akademik çevrelerde bunun büyük bir önemi vardır.
Didem: Bence o gecenin o kadar mükemmel olmasının bununla da ilgisi vardı, yani senin bu gibi şeyleri umursamaman...
Cem: Beni ilgilendirmiyor. Yani, siyah ayakkabı herkes giyerken ben giymedim. Ayrıca bordo gömlek giydim herkes siyah giyiyorken, gömleğimi dışarı çıkardım. Çünkü ben buyum.
Didem: İçindeki Cem'i paylaşır mısın bizimle? Özdeki Cem nasıl biri?
Cem: İkiye ayrılıyor bence insanlar. Biri içiniz ve diğeri de dışarıda olmak zorunda olduğunuz. Ben, Cem Adrian'ı benim dışımda biri olarak görüyorum aslında. O'nun prodüktörüyüm, şarkı yazarıyım. O'nun bir yere gelebilmesii insanlara ulaşabilmesi için elimden geleni yapıyorum. Gerçekten O'nun dışında biri daha var- bunun da içine girerseniz... Edirne'den gelmiş, şarkılar yapan; şarkı yapmak için zor yollardan geçmiş, inatçı, hedefleri olan ve bu hedefleri için her şeyi yapacak olan çok gözü kara bir insan var (Gülüyor). Çok fazla bir şey de söyleyemiyorum aslında. Çok kolay yolları seçip çok farklı yerlerde olabilirdim-olabilirdik. Serkan, müzik hayatım boyunca benimle birlikteydi. Çok kolay yolları seçmedik, hala da seçmiyoruz. Umurumuzda bile değil. Bu yolda gitmeye inat etmişim ve bu inadın bile sebebini bilmeyen biri var karşında (Gülüyoruz). Neden, bunu bile bilmiyorum.
Didem: Bir görevin var buraya gelmenin...
Cem: Elbette var. Evet, gerçekten de... Maddi gerçeklikler var bir de. Bunların dışına çıkmamız çok zor. Bu zorluklardan çıkacak olan insanları, onları bir araya toplamak çok zor. Aynı benim gibi... Benim etrafımda hep öyle insanlar var. Tamam, çok para kazanabilirsin. Çünkü yadsınamayacak şeyler var. Sesimin biyolojik özellikleri gibi. Bunları yapmak istemiyorum. Her şey çok gerçek. Ankara'da hiç kimse şunu düşünmedi: ne yapsak satarız? Satarsa satar. Aynen dün geceki ya da Balans'taki konserim gibi. Yani, şöyle yapalım da satalım gibi bir derdim yok. Böyle bir derdim olsa, mesela dün gece sadece ses şovuna yönelik bir konser yapardım. Umrumda bile değil. Bunun üzerine "Ben Geldim" söylüyorum... İçimden gelen bu...
Erdal: Ben biraz daha sıkıştırayım (Gülüşmeler). Bilkent'teki konserinden sonra yaptığın bir röportajda, melekler ve mucizelere inandığını söylemişsin. Burada dikkatimizi çeken ve araştırmaya yönelten şu oldu: Senin sesinin sahip olduğu özelliklerin bin yılda bir geldiğini söyleyenler var, ve benim araştırmalarıma göre eski kadim kitaplarda yeryüzünde çok nadir rastlanan melek seslerden bahsedilir. Senin bu konu hakkındaki düşünceni öğrenebilir miyiz?
Cem: Kendimi bir melek olarak görmüyorum öncelikle (Gülüyor) İnsanlara böyle bir amaçla geldiğimi düşünmüyorum. Ben aslında çok sıradan biri olduğumu düşünüyorum, o anlamda. Tamam, sesimin renkleri, biyolojik özellikleri vs olabilir. Bu soruya cevap veremem aslında. Kendime böyle bir bakış açısıyla bakamam. Böyle bir araştırmam da olmadı. Ancak, öyle bir efsane varsa gerçektir. Ama onlardan biri mi olduğuma ben karar veremem. Ancak ben kendimi bir melek olarak görmüyorum.
Erdal: Dikkatimizi çeken bir diğer şey de sahne ve kliplerinde kullandığın, genelde toplum tarafından pek fark edilmeyen semboller. Örneğin sahnede mavi ve mor renkleri kullanıyorsun ağırlıklı olarak. Ya da görüntülerde adeta görünmeyeni göstermeye çalışıyorsun... Hem silinik hem net... Balans konserindeki görüntüler, örneğin eline damlayan bir su damlası, ya da elindeki masmavi bir tüy gibi... (Cem, masmavi tüyü duyunca sımsıcak bir gülümseme beliriveriyor yüzünde)
Cem: Hepsi de benim hayatımda çok özel, çok büyük şeyler. Bunları fazla paylaşamayacağım, kendime özel olduğu için, ama hepsi çok çok özel semboller. "Sonbahar"daki elimde tuttuğum tavus kuşu tüyü... Oradan geçen mavi bir kuş tüyü, kelebekler vs. Bunlar benim için gerçekten çok özel semboller; yağmur da buna dahil olmak üzere (Gülüyor). Aslında, benimle aynı hisse sahip insanlar için, benimle aynı düşünen insanlar için zaten bunlar çok önemli semboller. Örneğin kuş tüyüne, kuşun kanadından kopmuş biyolojik bir madde olarak bakmıyorlar. Ya da bir sokak lambasına, ki bunu geçenlerde yine söyledim, bir belediye hizmeti olarak bakmıyorlar. Zaten bu, onlar için de öyle. Yani, o sembolleri kullanıyorum ve onlar bir şekilde ulaşıyorum. Sana (Erdal), ya da sana (Didem) bir şekilde ulaşıyorum ve sen görünce, işte benim için de böyle bir anlamı var diyorsun. O insanlara ulaşma yöntemim, görsel olarak bu sembolleri kullanmak. Değerli semboller ve o sembollerle o insanları buluyorum ben. Dinleyicilere sadece sesle değil, bu sembollerle de ulaşıyorum ben. Özellikle "Sonbahar"ın klibinde çok kullandım. Ya da "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım"da kırmızı kuş tüyleri var mesela. Ben, başka bir klipte görseydim, o insan benim için özel olurdu.
Erdal: "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım" şarkısını sahnede her okuduğunda, onu yazdığın kişi ya da şeye olan özlemin, aşkın ya da her ne ise sanki kat kat artıyor...
Cem: Hayatımdaki en özel şarkı ve hayatımdaki en özel insanla bir bağlantı kuruyorum bu şarkıyı söylerken., bunu söyleyebilirim. Bağlantıdayım yani. Tüm şarkılar benim hayatımda özel olabilir , ama bu şarkı çok daha özel.
Erdal: Çünkü, sahnede bu şarkıyı söylerken o kişi oradaymış ya da sen o sahnede değilmişsin gibi...
Cem: Ben sanırım bu sorunun cevabını kitabımda anlattım. Özellikle bu şarkı için uzun bir bölüm var. Sanırım o, cevabı olacaktır. Çünkü, gerçekten anlatabileceğim bir durum değil. Konserlerde de mesela, şimdi çok özel bir parça söyleyeceğim derim, çünkü gerçekten de öyle. Belki de yazdığım en güzel şarkı... Bir daha böylesini yapabilir miyim bilmiyorum.
Erdal: Benim bildiğim kadarıyla yaklaşık olarak 250 adet kaydın var. Bunları ne zaman paylaşacaksın?
Cem: Konserlerde söylüyorum yavaş yavaş. Dün akşamki konserde iki tanesini söyledim. İnternet sitemde "Uzaklardan"ı yayınladım. Hepsini yayınlamam mümkün değil, albüm halinde. Eski kayıtlar şeklinde internet sitesinden yayınlamak istiyorum Üretimim devam ettiği için.. O şarkılar çok geride kaldı. Hepsi de yayınlayabileceğim şarkılar değil. Çok değişti her şey hayatta; ama yayınlayabileceklerimi yayınlıyorum. Yavaş yavaş paylaşacağım.
Erdal: Teşekkür ederiz Cem...
Cem: Ben teşekkür ederim.
Resmi röportaj bittikten sonra albümümü imzalatmak için CD'yi Cem'e uzattığım arada gelecek konserlerini sordum Serkan ve Cem'e. Ocak sonu gibi Ankara'da, ya da Eskişehir'de konserler gözüküyor sanıyorum. Tam tarih belli değil ama takipte olun derim ben... Ruhuma dokunan bu titreşimden mahrum kalmayın buradaki yaşamda...
Ve işte güne doğan bir yaşamın getirdikleri, benliğiyle birlikte... Huzur dolsun yaşamı ve sevgisi eksik olmasın... İyi ki VARsın...
Röportaj: Didem Çivici & Erdal Didar
İndigo Dergisi - 22 Aralık 2006
Röportaj...
10 Soruda Cem Adrian
10 soruda Cem Adrian
Onun için 'Bin yılda bir gelecek bir ses' deniyor. Adeta tek başına dev bir orkestra... Ona "ses ver" deyin yeter. Doğanın bu ayaklı mucizesi aklınıza gelebilecek her sesi çıkarıversin...
1-Sesinizin bu özelliği genetik mi, ailenizde sizin durumunuzda olan başkaları da var mı?
Ses tellerim genetik olarak normalin üç katı uzunluğunda. Bu benim bariton erkek sesini veya soprano kadın sesini çok farklı renkleriyle verebilmemi sağlıyor. Ailemde böyle bir ses yok.
2-Sesiniz sizin için çok önemli olmalı, sigortalı mı?
Siz soruncaya kadar aklıma gelmemişti doğrusu. Türkiye'de böyle bir sigorta yaptırmak mümkün değil ama düşündüm de bu çok iyi bir fikir.
Solistleri kıskanırım
3- Keşfedilmeden önceki hayallerinizle şimdikiler arasında fark var mı?
Eskiden en büyük sorunum müzik dışında başka bir iş yapmak zorunda olmaktı. En büyük hayalim de, prodüktörlerin yönlendirmesiyle değil sadece kendi istediğim için müzik yapabilmekti. Bu gerçekleşti. Büyük salonlarda konser vermek filan, güzel düşler ama benim için en önemli şey müziği kaybetmemek.
4-Türkiye'de artık sesi olan da olmayan da 1 şarkı söylüyor. Bunların arasında kaynayıp gitmek gibi bir kaygınız var mı?
Hayır. Aksine artık insanların o tarz albümlerden sıkıldığını düşünüyorum. Ticari anlamda bakarsanız bunu satış raporlarından da görebiliyorsunuz. O tarz artık gitmiyor, İnsanların artık gerçek sanata doğru yöneldiğini düşünüyorum ben.
5- Konservatuardaki diğer öğrenciler için hayatlarında bir daha göremeyecekleri büyük bir şans mısınız, yoksa kendilerini kıyasladıkları bir kabus mu?
Bu rekabet duygusu bizim aramızda hiç gelişmedi. Ben özel statüde geldiğim için zaten onlarla grup dersi yapmıyorum. Ben mesela solistleri kıskanırım, tatlı bir kıskançlık duyarım; öyle şeyler olabilir belki ama arkadaşlarım beni çok destekliyorlar. Arkadaşlık mesleki rekabete üstün geliyor. Ayrıca benim eksilerim de onların artıları... Nota bilgim yok, bir sürü şeyde ben onlara yetişmeye çalışıyorum. Bu anlamda benden öndeler.
6-Bütün derslerden tam puan mı alıyorsunuz?
Bana henüz not verilmiyor. Özel statüde olduğum için. Bu arada hani "Kontrolsüz güç güç değildir" diye bir şey var ya, ses onun gibi bir şey. Ben de tam puan alamayabilirim. Sesimin güzelliği ya da çeşitliliği fark etmez önce onu kontrol etmeyi öğrenmem gerekiyor.
Görüntüme bir türlü alışamadın
7- Siz enstrüman sesi de çıkarabildiğinize göre mesela Fazıl Say'ın piya-noda çaldığı bir parçayı sesinizle taklit edebilir misiniz?
Piyano insan sesiyle taklit edilemeyecek bir enstrümandır. İnsan sesiyle genelde nefesli sazları taklit edebilirsiniz. Bunlar benim zamanında yaptığım albümde altyapıları doldurmak için enstrüman çalamadığımdan dolayı bulduğum bir şey. Yokluktan icat doğdu yani.
7- İnsan kendi sesini başkalarının duyduğu gibi algılayamaz ve hayatı boyunca da bunun farkına varmazmış derler, doğru mu?
Ben sesimi yıllardan beri duyduğum için bana hiç garip gelmiyor ama başkalarından hep duyuyorum: "Bu benim sesim değil" diye. Ben çok alışığım oysa. Bir tek görüntüme alışamadım henüz. Şarkı söylerken görüntüm çok garip geliyor ama ona da alışacağım herhalde.
9- Sizin için işiniz, hobiniz, hayatınız müzik. Siz ne tür müzik dinlersiniz?
Dönem dönem değişmekle beraber en çok sevdiğim müzisyenlerden biri Arto Tunç Boyacıyan. Madonna da dinliyorum, Björk de, Faithless da... En fazla caz dinliyorum ama. Bir de opera. Sopranoları ve aryaları çok seviyorum. Maria Callas'ın aryalarını dinliyorum. Benim için en önemli seslerden biri odur, hatta klasik müziğe onun sayesinde ısındım diyebilirim.
10-Sizce dünyanın ı gelmiş geçmiş en ' büyük sesi kimdir?
Efsanelere göre Farinelli. Bana göreyse dünyanın en güzel sesi aşık olduğunuzun kişinin kalp atışlarının sesidir.
Onun için 'Bin yılda bir gelecek bir ses' deniyor. Adeta tek başına dev bir orkestra... Ona "ses ver" deyin yeter. Doğanın bu ayaklı mucizesi aklınıza gelebilecek her sesi çıkarıversin...
1-Sesinizin bu özelliği genetik mi, ailenizde sizin durumunuzda olan başkaları da var mı?
Ses tellerim genetik olarak normalin üç katı uzunluğunda. Bu benim bariton erkek sesini veya soprano kadın sesini çok farklı renkleriyle verebilmemi sağlıyor. Ailemde böyle bir ses yok.
2-Sesiniz sizin için çok önemli olmalı, sigortalı mı?
Siz soruncaya kadar aklıma gelmemişti doğrusu. Türkiye'de böyle bir sigorta yaptırmak mümkün değil ama düşündüm de bu çok iyi bir fikir.
Solistleri kıskanırım
3- Keşfedilmeden önceki hayallerinizle şimdikiler arasında fark var mı?
Eskiden en büyük sorunum müzik dışında başka bir iş yapmak zorunda olmaktı. En büyük hayalim de, prodüktörlerin yönlendirmesiyle değil sadece kendi istediğim için müzik yapabilmekti. Bu gerçekleşti. Büyük salonlarda konser vermek filan, güzel düşler ama benim için en önemli şey müziği kaybetmemek.
4-Türkiye'de artık sesi olan da olmayan da 1 şarkı söylüyor. Bunların arasında kaynayıp gitmek gibi bir kaygınız var mı?
Hayır. Aksine artık insanların o tarz albümlerden sıkıldığını düşünüyorum. Ticari anlamda bakarsanız bunu satış raporlarından da görebiliyorsunuz. O tarz artık gitmiyor, İnsanların artık gerçek sanata doğru yöneldiğini düşünüyorum ben.
5- Konservatuardaki diğer öğrenciler için hayatlarında bir daha göremeyecekleri büyük bir şans mısınız, yoksa kendilerini kıyasladıkları bir kabus mu?
Bu rekabet duygusu bizim aramızda hiç gelişmedi. Ben özel statüde geldiğim için zaten onlarla grup dersi yapmıyorum. Ben mesela solistleri kıskanırım, tatlı bir kıskançlık duyarım; öyle şeyler olabilir belki ama arkadaşlarım beni çok destekliyorlar. Arkadaşlık mesleki rekabete üstün geliyor. Ayrıca benim eksilerim de onların artıları... Nota bilgim yok, bir sürü şeyde ben onlara yetişmeye çalışıyorum. Bu anlamda benden öndeler.
6-Bütün derslerden tam puan mı alıyorsunuz?
Bana henüz not verilmiyor. Özel statüde olduğum için. Bu arada hani "Kontrolsüz güç güç değildir" diye bir şey var ya, ses onun gibi bir şey. Ben de tam puan alamayabilirim. Sesimin güzelliği ya da çeşitliliği fark etmez önce onu kontrol etmeyi öğrenmem gerekiyor.
Görüntüme bir türlü alışamadın
7- Siz enstrüman sesi de çıkarabildiğinize göre mesela Fazıl Say'ın piya-noda çaldığı bir parçayı sesinizle taklit edebilir misiniz?
Piyano insan sesiyle taklit edilemeyecek bir enstrümandır. İnsan sesiyle genelde nefesli sazları taklit edebilirsiniz. Bunlar benim zamanında yaptığım albümde altyapıları doldurmak için enstrüman çalamadığımdan dolayı bulduğum bir şey. Yokluktan icat doğdu yani.
7- İnsan kendi sesini başkalarının duyduğu gibi algılayamaz ve hayatı boyunca da bunun farkına varmazmış derler, doğru mu?
Ben sesimi yıllardan beri duyduğum için bana hiç garip gelmiyor ama başkalarından hep duyuyorum: "Bu benim sesim değil" diye. Ben çok alışığım oysa. Bir tek görüntüme alışamadım henüz. Şarkı söylerken görüntüm çok garip geliyor ama ona da alışacağım herhalde.
9- Sizin için işiniz, hobiniz, hayatınız müzik. Siz ne tür müzik dinlersiniz?
Dönem dönem değişmekle beraber en çok sevdiğim müzisyenlerden biri Arto Tunç Boyacıyan. Madonna da dinliyorum, Björk de, Faithless da... En fazla caz dinliyorum ama. Bir de opera. Sopranoları ve aryaları çok seviyorum. Maria Callas'ın aryalarını dinliyorum. Benim için en önemli seslerden biri odur, hatta klasik müziğe onun sayesinde ısındım diyebilirim.
10-Sizce dünyanın ı gelmiş geçmiş en ' büyük sesi kimdir?
Efsanelere göre Farinelli. Bana göreyse dünyanın en güzel sesi aşık olduğunuzun kişinin kalp atışlarının sesidir.
Vatan Gazetesi - 24 Ocak 2006
Makale...
Ses Telleri Normalin Üç Katı Uzunluğunda
Cem Adrian bir kafede falcılık yaparken, sesi Fazıl Say'ın dikkatini çekiyor ve üç gün içinde "özel öğrenci" statüsüyle Bilkent Üniversitesi'nde müzik eğitimine alınıyor. Adrian soprano, alto, tenor, bariton, bas... Doktor ona diyor ki, "Senin ses tellerin normal insanlarınkinin üç katı uzunluğunda"
İlk defa keşke gazeteci değil de televizyoncu olsaydım diye düşünüyorum. Çünkü onun sesini dinletmek istiyorum. Çünkü o "şey"i nasıl yazacağımı bilmiyorum.
O, Fazıl Say'ın son keşfi. O hem soprano hem alto hem tenor hem bariton hem bas... Onun tek sesi yok. O "çok sesli" bir adam. Onun sesinin ne olduğunu bu işin profesörleri bile anlayamıyor. Ve Fazıl Say tutup bu çocuğu bir ses doktoruna götürüyor. Doktor ne mi diyor! "Bu çocuğun ses tellerinin uzunluğu normal insanınkinin üç katı!" diyor. Evet, aynen böyle diyor.
O bütün sesleriyle konuşup şarkı söyleyebiliyor. Bütün seslerinin içinde piyano dışındaki pek çok enstrüman da var: Kontrbas, trombon, trompet...
Adı Cem Adrian. 24 yaşında bir genç adam. Bu cuma bir de CD'si çıktı. Peki Fazıl Say, onu nasıl buluyor? Devamı da röportajda...
Hikayenizin bugüne kadar duyduklarımızdan ne farkı var?
Bilmiyorum.
Nasıl başlıyor peki?
Etiler'de bir kahvede fal bakıyorum. Eylül ayındayız. Devamlı fal baktığım bir müşterim var. Fazıl Say'ın arkadaşı. Müzisyen olmak istediğimi de biliyor. Kendi bestelerimden doldurduğum bir demoyu ona veriyorum. O da Fazıl Say'a götürüyor ve dinletiyor. Aynı gece telefonum çalıyor.
Saat, yer?
Evdeyim, akşam 8.00 civarı. İşten çıkmışım, evde dinleniyorum. Bilmediğim bir numara arıyor. Açıyorum. "Ben Fazıl" diyor. Sesinden tanıyorum. İnanılmaz bir heyecan. Fazıl Say beni arıyor! "Müziğini dinledim, yarın bir yemek yiyelim mi?" diyor. İnanamıyorum. O geceyi internette çalışarak geçiriyorum. Ya bana klasik müzikle ilgili bir şey sorarsa, kendisiyle ilgili bir şey sorarsa... Ertesi gün yemekte Fazıl Say karşımda.
Size ne diyor?
Bana, bu sesle müzik eğitimi alırsam bir dünya starı olabileceğimi söylüyor. Daha beni hiç dinlemeden üstelik. Sadece o demoyla. Sonra "Seni Ankara'da bazı hocalara dinletmek istiyorum" diyor. Üç gün sonra Ankara'dayım. Her şey çok hızlı gelişiyor. Bilkent Senfoni Orkestrası'nın şefi, ses uzmanı İbrahim Yazıcı'nın karşısındayım. Beni dinliyor. Fazıl Say'a "Çok kullandığı için yıpranmış ama böyle bir ses dünyaya bin yılda bir gelebilir" diyor. Beni Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları'na "özel öğrenci" statüsüyle alıyorlar. O güne kadar nota bile bilmiyorum.
"Ben tek başıma bir koroymuşum, öyle diyorlar"
Neymiş yani sesiniz? Bas mı, bariton mu, tenor mu?
Sesim bas, bariton, tenor, kontrtenor, alto, soprano... Hepsi benim sesim. Bir tek sesim yok benim. Zaten onlar da sesimde bir tuhaflık olduğunu fark ediyorlar ve beni İstanbul'da önemli bir ses doktoruna gönderiyorlar. Fazıl Say randevu alıyor benim için. Ve doktor şaşırıyor. Çünkü ses tellerimin normal insanınkinin üç katı uzunlukta olduğunu öğreniyoruz! Herkes çok şaşkın. Fazıl bey, İbrahim bey, doktor...
Ne kadar olması gerek ses tellerinin uzunluğunun?
Nomalde 1,5 santim civarında oluyormuş.
Ses tellerinizin normal bir insanın üç katı uzunluğunda olması ne anlama geliyor? Siz sakat mısınız, yoksa bu bir lütuf mu?
Aslında haklısınız. Sonuçta anormalite. Ama iyi bir anormallik tabii. Zararı yok, bana faydası var. Ama bir yandan da başka insanlara göre ses tellerim çok daha hassas. Çok dikkat etmem gerekiyor. Bir insan sesine değil, pek çok başka insanın sesine sahibim.
Tek başına bir koro musunuz siz?
Öyle diyorlar! "Hiç enstrümanım yoktu, o yüzden kayıt yaparken trompet oluyordum, sonra kontrbas oluyordum"
Siz ne zaman fark ediyorsunuz kendinizde bu sıra dışı durumu?
Sesimi mi? Sesimin herkesinkinden farklı olduğunu bilmiyorum aslında. Ama bir gün müzisyen olacağımı biliyorum. İlkokuldan beri. Belki 7-8 yaşlarından beri...
Nasıl?
7-8 yaşındayken derslerde, teneffüslerde kaset kapakları tasarlıyorum. O kadar eminim yani ileride müzisyen olup kaset çıkaracağıma. Sonra eve gidiyorum, evdeki teybe sesimi kaydediyorum. Besteler yapıyorum, şarkı söylüyorum. Bir gün keşfedileceğimden eminim. Biliyorum bunu.
Aileniz ne diyor bu durumunuza? Köyün delisi gözüyle mi bakıyorlar size?
Köyün değil de, evin delisi gibi belki. Ama onlar tam olarak farkında değil durumun. Yani benim müzisyen olmak istediğimi bilmiyorlar. Ama ben, söylemesem de biliyorum. Aklım fikrim müzikte. Madonna dinliyorum, Michael Jackson dinliyorum. Kendi bestelerimi yapıyorum.
Henüz ilkokuldayken mi?
Evet ve benim gibi birkaç arkadaşım daha var. Bulmuşum kendim gibi insanları yani. Hepimiz kaset kapaklarımızı tasarlıyoruz. Aramızda rekabet bile var. Sonra tabii yollar ayrılıyor. Herkes üniversite derdinde, ben üniversiteye gitmeyi bile düşünmüyorum. Çünkü müzisyen olacağım! Liseden sonra Edirne'de bir radyoda DJ olarak çalışmaya başlıyorum. Bu arada söylemiş miydim, ailemle Edirne'de yaşıyoruz.
Evet. Röportajdan önce...
DJ olmak tabii teknik imkanlarımı evdekine oranla artırıyor. İşim bittikten sonra stüdyoda kalıp ses kayıtlarımı yapıyorum. Kendi bestelerimi söylüyorum. Bu arada enstrüman olmadığı için enstrüman da ben oluyorum. Araya trompet mi girmesi gerek, trompet sesi çıkarıyorum. Kontrbas mı gerek, kontrbas oluyorum.
Bunun özel bir durum olduğunun farkında mısınz?
Hayır. O sesleri çıkarabilmemin özel bir durum olduğunun farkında değilim. Saf saf, sadece enstrüman olmadığı için, yani mecburen kendi sesimle kapatıyorum açıkları. Bana herkes bu sesleri çıkarabilirmiş gibi geliyor. Ama müziğimin iyi olduğunu biliyorum. İyi müzik yapıyorum ve biliyorum ki keşfedileceğim. Bu arada doldurduğum demoları İstanbul'daki ünlü müzik şirketlerine gönderiyorum.
Yanıt?
Olumsuz. Hepsi geri çeviriyor. "Teşekkür ederiz, ama biz sizin için ne yapabiliriz?" diyorlar. Yılmıyorum. Çünkü biliyorum. Sadece doğru yer olmadığı için olmuyor.
Hani şu müzik şirketlerini yıldıran tiplerden misiniz!
(Gülüyor) Biraz öyle oldu galiba. Olumsuz yanıt geliyor ama ben yenisini doldurup gönderiyorum.
"İstanbul'a geleli 1,5 yıl olmuştu, hâlâ fal bakıyordum"
İstanbul'a nasıl geliyorsunuz?
İstanbul'daki bir arkadaşım "Bu işleri yapacaksan, İstanbul'a gelmen gerek" diyor. Haklı. Kararımı veriyorum. İstanbul'dayım. Taksim'de bir ev tutuyorum. Bütün radyolara, müzik şirketlerine başvuruyorum. DJ olabilirim, cingıllar hazırlayabilirim. Ama iş yok! 17 gün sonunda İstanbul'da tüm param bitmiş olarak kalıyorum. Fal baktığımı bilen bir arkadaşım Taksim'de bir kafede fal bakacak birilerini aradıklarını söylüyor ve işe başlıyorum. Artık falcıyım!
Müzik hayalleri bitiyor mu?
Bitmiyor ama iyice uzaklaşıyorum. Yalnız üç arkadaş Mystica diye bir grup kuruyoruz ve The Ritz-Carlton, Çırağan gibi otellerde dans ve müzik gösterisi yapıyoruz. Caz söylüyorum, rock söylüyorum... Gündüz fal bakıp gece de bazı partilerde sahneye çıkıyoruz. Bu arada Etiler'de bir kafeye geçiyorum yine falcı olarak. İstanbul'a geleli bir buçuk yıl olmuş. Biraz moralim bozulmaya başlıyor ama biliyorum yine de: Başaracağım. Veee...
Başladığımız yere dönüyoruz. Yani sizin hikayenizin gerçekten başladığı yere, doğru mu?
Evet. Sonunda o doğru yeri buluyorum. Ve Fazıl Say'a ulaşıyorum.
"İbo'ların döneminden olsaydım adım da Cem Çokses olurdu"
Albümünüz cuma günü piyasaya çıktı değil mi?
Evet. Ben de inanamıyorum. Hep söyledim, biliyordum bunu ama bu kadar hızlı gerçekleşeceğini tahmin etmezdim. İmaj Müzik'ten çıktı albümüm. "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım" albümün adı. "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım", Fazıl Say'ın o demoda dinlediği ve benimle tanışmak istemesine neden olan bestem. Ama albümde "Summertime", "Uzun İnce Bir Yol", "Kimler Geldi Kimler Geçti" de var. Diğerleri benim bestem. Ayrıca "Summertime"ın bir özelliği var. Fazıl Say'ın Bilkent konserinde yaptığımız canlı kayıttan alındı. Piyanoda Fazıl Say var. Onun dışındaki bütün sesleri ben çıkarıyorum. Yedi farklı sesim var o şarkıda.
Fazıl Say'ın Bilkent'teki konserine kot pantolon ve sabo terlikle çıkmışsınız. Zevksizlikten mi, sıra dışı olmak için mi?
(Gülüyor) Yok hayır. Onlar sabo değildi ama öyle görünmüş olabilir. Bence gayet şıktım. Ama benden başka herkes simsiyah giyinmişti. Benim dışımda Fazıl Say'ın diğer genç yetenekleri de vardı. Ben koyu renk bir pantolon, bordo ceket ve krem rengi ayakkabı giymiştim, ondan öyle algılandı galiba.
Gerçi görmedim ama kulağa pek şık gelmiyor tarifiniz!
Evet, kulağa hoş gelmiyor farkındayım ama görseniz beğenirsiniz bence.
Peki. Ben bestenizi dinledim ama tanımlayamıyorum. Yaptığınız müziğin türü ne?
Etnik-caz, etnik-pop belki. Nasıl tanımlayabilirim, ben de bilmiyorum.
Bu arada soyadınızın anlamı nedir?
Kendi seçimim. Eğer bir soydan söz ediyorsak bu geldiğim yer olmalı diye düşündüm. Edirneli olduğum için de Adrianapolis'e gönderme yaptım. Adrianapolis'in Adrian'ını aldım. İbrahim Tatlıses'lerin döneminden olsaydım Cem Çokses olurdum herhalde :)
Elif Korap
İlk defa keşke gazeteci değil de televizyoncu olsaydım diye düşünüyorum. Çünkü onun sesini dinletmek istiyorum. Çünkü o "şey"i nasıl yazacağımı bilmiyorum.
O, Fazıl Say'ın son keşfi. O hem soprano hem alto hem tenor hem bariton hem bas... Onun tek sesi yok. O "çok sesli" bir adam. Onun sesinin ne olduğunu bu işin profesörleri bile anlayamıyor. Ve Fazıl Say tutup bu çocuğu bir ses doktoruna götürüyor. Doktor ne mi diyor! "Bu çocuğun ses tellerinin uzunluğu normal insanınkinin üç katı!" diyor. Evet, aynen böyle diyor.
O bütün sesleriyle konuşup şarkı söyleyebiliyor. Bütün seslerinin içinde piyano dışındaki pek çok enstrüman da var: Kontrbas, trombon, trompet...
Adı Cem Adrian. 24 yaşında bir genç adam. Bu cuma bir de CD'si çıktı. Peki Fazıl Say, onu nasıl buluyor? Devamı da röportajda...
Hikayenizin bugüne kadar duyduklarımızdan ne farkı var?
Bilmiyorum.
Nasıl başlıyor peki?
Etiler'de bir kahvede fal bakıyorum. Eylül ayındayız. Devamlı fal baktığım bir müşterim var. Fazıl Say'ın arkadaşı. Müzisyen olmak istediğimi de biliyor. Kendi bestelerimden doldurduğum bir demoyu ona veriyorum. O da Fazıl Say'a götürüyor ve dinletiyor. Aynı gece telefonum çalıyor.
Saat, yer?
Evdeyim, akşam 8.00 civarı. İşten çıkmışım, evde dinleniyorum. Bilmediğim bir numara arıyor. Açıyorum. "Ben Fazıl" diyor. Sesinden tanıyorum. İnanılmaz bir heyecan. Fazıl Say beni arıyor! "Müziğini dinledim, yarın bir yemek yiyelim mi?" diyor. İnanamıyorum. O geceyi internette çalışarak geçiriyorum. Ya bana klasik müzikle ilgili bir şey sorarsa, kendisiyle ilgili bir şey sorarsa... Ertesi gün yemekte Fazıl Say karşımda.
Size ne diyor?
Bana, bu sesle müzik eğitimi alırsam bir dünya starı olabileceğimi söylüyor. Daha beni hiç dinlemeden üstelik. Sadece o demoyla. Sonra "Seni Ankara'da bazı hocalara dinletmek istiyorum" diyor. Üç gün sonra Ankara'dayım. Her şey çok hızlı gelişiyor. Bilkent Senfoni Orkestrası'nın şefi, ses uzmanı İbrahim Yazıcı'nın karşısındayım. Beni dinliyor. Fazıl Say'a "Çok kullandığı için yıpranmış ama böyle bir ses dünyaya bin yılda bir gelebilir" diyor. Beni Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları'na "özel öğrenci" statüsüyle alıyorlar. O güne kadar nota bile bilmiyorum.
"Ben tek başıma bir koroymuşum, öyle diyorlar"
Neymiş yani sesiniz? Bas mı, bariton mu, tenor mu?
Sesim bas, bariton, tenor, kontrtenor, alto, soprano... Hepsi benim sesim. Bir tek sesim yok benim. Zaten onlar da sesimde bir tuhaflık olduğunu fark ediyorlar ve beni İstanbul'da önemli bir ses doktoruna gönderiyorlar. Fazıl Say randevu alıyor benim için. Ve doktor şaşırıyor. Çünkü ses tellerimin normal insanınkinin üç katı uzunlukta olduğunu öğreniyoruz! Herkes çok şaşkın. Fazıl bey, İbrahim bey, doktor...
Ne kadar olması gerek ses tellerinin uzunluğunun?
Nomalde 1,5 santim civarında oluyormuş.
Ses tellerinizin normal bir insanın üç katı uzunluğunda olması ne anlama geliyor? Siz sakat mısınız, yoksa bu bir lütuf mu?
Aslında haklısınız. Sonuçta anormalite. Ama iyi bir anormallik tabii. Zararı yok, bana faydası var. Ama bir yandan da başka insanlara göre ses tellerim çok daha hassas. Çok dikkat etmem gerekiyor. Bir insan sesine değil, pek çok başka insanın sesine sahibim.
Tek başına bir koro musunuz siz?
Öyle diyorlar! "Hiç enstrümanım yoktu, o yüzden kayıt yaparken trompet oluyordum, sonra kontrbas oluyordum"
Siz ne zaman fark ediyorsunuz kendinizde bu sıra dışı durumu?
Sesimi mi? Sesimin herkesinkinden farklı olduğunu bilmiyorum aslında. Ama bir gün müzisyen olacağımı biliyorum. İlkokuldan beri. Belki 7-8 yaşlarından beri...
Nasıl?
7-8 yaşındayken derslerde, teneffüslerde kaset kapakları tasarlıyorum. O kadar eminim yani ileride müzisyen olup kaset çıkaracağıma. Sonra eve gidiyorum, evdeki teybe sesimi kaydediyorum. Besteler yapıyorum, şarkı söylüyorum. Bir gün keşfedileceğimden eminim. Biliyorum bunu.
Aileniz ne diyor bu durumunuza? Köyün delisi gözüyle mi bakıyorlar size?
Köyün değil de, evin delisi gibi belki. Ama onlar tam olarak farkında değil durumun. Yani benim müzisyen olmak istediğimi bilmiyorlar. Ama ben, söylemesem de biliyorum. Aklım fikrim müzikte. Madonna dinliyorum, Michael Jackson dinliyorum. Kendi bestelerimi yapıyorum.
Henüz ilkokuldayken mi?
Evet ve benim gibi birkaç arkadaşım daha var. Bulmuşum kendim gibi insanları yani. Hepimiz kaset kapaklarımızı tasarlıyoruz. Aramızda rekabet bile var. Sonra tabii yollar ayrılıyor. Herkes üniversite derdinde, ben üniversiteye gitmeyi bile düşünmüyorum. Çünkü müzisyen olacağım! Liseden sonra Edirne'de bir radyoda DJ olarak çalışmaya başlıyorum. Bu arada söylemiş miydim, ailemle Edirne'de yaşıyoruz.
Evet. Röportajdan önce...
DJ olmak tabii teknik imkanlarımı evdekine oranla artırıyor. İşim bittikten sonra stüdyoda kalıp ses kayıtlarımı yapıyorum. Kendi bestelerimi söylüyorum. Bu arada enstrüman olmadığı için enstrüman da ben oluyorum. Araya trompet mi girmesi gerek, trompet sesi çıkarıyorum. Kontrbas mı gerek, kontrbas oluyorum.
Bunun özel bir durum olduğunun farkında mısınz?
Hayır. O sesleri çıkarabilmemin özel bir durum olduğunun farkında değilim. Saf saf, sadece enstrüman olmadığı için, yani mecburen kendi sesimle kapatıyorum açıkları. Bana herkes bu sesleri çıkarabilirmiş gibi geliyor. Ama müziğimin iyi olduğunu biliyorum. İyi müzik yapıyorum ve biliyorum ki keşfedileceğim. Bu arada doldurduğum demoları İstanbul'daki ünlü müzik şirketlerine gönderiyorum.
Yanıt?
Olumsuz. Hepsi geri çeviriyor. "Teşekkür ederiz, ama biz sizin için ne yapabiliriz?" diyorlar. Yılmıyorum. Çünkü biliyorum. Sadece doğru yer olmadığı için olmuyor.
Hani şu müzik şirketlerini yıldıran tiplerden misiniz!
(Gülüyor) Biraz öyle oldu galiba. Olumsuz yanıt geliyor ama ben yenisini doldurup gönderiyorum.
"İstanbul'a geleli 1,5 yıl olmuştu, hâlâ fal bakıyordum"
İstanbul'a nasıl geliyorsunuz?
İstanbul'daki bir arkadaşım "Bu işleri yapacaksan, İstanbul'a gelmen gerek" diyor. Haklı. Kararımı veriyorum. İstanbul'dayım. Taksim'de bir ev tutuyorum. Bütün radyolara, müzik şirketlerine başvuruyorum. DJ olabilirim, cingıllar hazırlayabilirim. Ama iş yok! 17 gün sonunda İstanbul'da tüm param bitmiş olarak kalıyorum. Fal baktığımı bilen bir arkadaşım Taksim'de bir kafede fal bakacak birilerini aradıklarını söylüyor ve işe başlıyorum. Artık falcıyım!
Müzik hayalleri bitiyor mu?
Bitmiyor ama iyice uzaklaşıyorum. Yalnız üç arkadaş Mystica diye bir grup kuruyoruz ve The Ritz-Carlton, Çırağan gibi otellerde dans ve müzik gösterisi yapıyoruz. Caz söylüyorum, rock söylüyorum... Gündüz fal bakıp gece de bazı partilerde sahneye çıkıyoruz. Bu arada Etiler'de bir kafeye geçiyorum yine falcı olarak. İstanbul'a geleli bir buçuk yıl olmuş. Biraz moralim bozulmaya başlıyor ama biliyorum yine de: Başaracağım. Veee...
Başladığımız yere dönüyoruz. Yani sizin hikayenizin gerçekten başladığı yere, doğru mu?
Evet. Sonunda o doğru yeri buluyorum. Ve Fazıl Say'a ulaşıyorum.
"İbo'ların döneminden olsaydım adım da Cem Çokses olurdu"
Albümünüz cuma günü piyasaya çıktı değil mi?
Evet. Ben de inanamıyorum. Hep söyledim, biliyordum bunu ama bu kadar hızlı gerçekleşeceğini tahmin etmezdim. İmaj Müzik'ten çıktı albümüm. "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım" albümün adı. "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım", Fazıl Say'ın o demoda dinlediği ve benimle tanışmak istemesine neden olan bestem. Ama albümde "Summertime", "Uzun İnce Bir Yol", "Kimler Geldi Kimler Geçti" de var. Diğerleri benim bestem. Ayrıca "Summertime"ın bir özelliği var. Fazıl Say'ın Bilkent konserinde yaptığımız canlı kayıttan alındı. Piyanoda Fazıl Say var. Onun dışındaki bütün sesleri ben çıkarıyorum. Yedi farklı sesim var o şarkıda.
Fazıl Say'ın Bilkent'teki konserine kot pantolon ve sabo terlikle çıkmışsınız. Zevksizlikten mi, sıra dışı olmak için mi?
(Gülüyor) Yok hayır. Onlar sabo değildi ama öyle görünmüş olabilir. Bence gayet şıktım. Ama benden başka herkes simsiyah giyinmişti. Benim dışımda Fazıl Say'ın diğer genç yetenekleri de vardı. Ben koyu renk bir pantolon, bordo ceket ve krem rengi ayakkabı giymiştim, ondan öyle algılandı galiba.
Gerçi görmedim ama kulağa pek şık gelmiyor tarifiniz!
Evet, kulağa hoş gelmiyor farkındayım ama görseniz beğenirsiniz bence.
Peki. Ben bestenizi dinledim ama tanımlayamıyorum. Yaptığınız müziğin türü ne?
Etnik-caz, etnik-pop belki. Nasıl tanımlayabilirim, ben de bilmiyorum.
Bu arada soyadınızın anlamı nedir?
Kendi seçimim. Eğer bir soydan söz ediyorsak bu geldiğim yer olmalı diye düşündüm. Edirneli olduğum için de Adrianapolis'e gönderme yaptım. Adrianapolis'in Adrian'ını aldım. İbrahim Tatlıses'lerin döneminden olsaydım Cem Çokses olurdum herhalde :)
Elif Korap
Milliyet (Pazar) Gazetesi - 13 Şubat 2005
Makale..
Gaipten Bir Ses...
Önceki gece bir ses duydum; daha önce duyduğum hiçbir sese benzemiyordu.
Daha doğrusu daha önce duyduğum tüm sesler o seste buluşmuş gibiydi.
Baştan anlatmalıyım:
2 ay önceydi.
İstanbul'da Fazıl Say'a bir arkadaşı "Şunu bir dinle" diye bir CD verdi.
Edirneli, 24 yaşında bir müzisyenin tanıtım amacıyla yaptığı bir kayıttı bu... Bir süre yerel radyolarda DJ'lik yapmış, bir yıl önce de İstanbul'a gelmişti. Bir yandan deneysel müzik çalışmaları yaparken, öte yandan Etiler'de bir kahvede fal bakarak hayatını kazanıyordu.
Fazıl Say, sesi dinleyince irkildi.
Daha önce hiç böyle bir şey duymamıştı.
Kah kendi bestelerini, kah bildik şarkıları söyleyen bu genç adam, peş peşe bas, bariton, tenor, alto, soprano, koloratür soprano sesleri çıkarabiliyordu.
Yani "tek başına çok sesli koro"ydu.
7 oktav genişliğinde bir sese sahipti.
Hem Louis Armstrong hem Elvis Presley gibi okuyabiliyor; pop, caz, klasik, her telden ve makamdan söyleyebiliyordu.
Klarnet sesini de, trombonu da, sivrisinek vızıltısını da taklit edebiliyordu.
O gece uyuyamadı Fazıl Say...
Sabah CD'deki sesin sahibiyle tanıştı. Uzun boylu, yakışıklı, rahat tavırlı bir gençti bu...
Ona, gırtlağındaki materyalin farkında olup olmadığını sordu.
"Farkındayım" dedi genç kayıtsızca...
Ama nota bilmiyordu ve müzisyen olmaya pek niyeti yoktu.
Fazıl ona bu sesle müzik eğitimi alırsa 1 yıl içinde bir dünya starı olabileceğini söyledi. Ve kendisini bu dönem ders vermeye başladığı Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi'ne davet etti.
Mucize ses, kısa süre sonra Ankara'daydı.
Orada kendisini ses uzmanı, Bilkent Senfoni'nin şefi İbrahim Yazıcı dinledi ve hemen Fazıl'ı arayıp şu yorumu yaptı:
"Böyle bir ses, dünyaya bin yılda bir gelebilir."
Gencin gırtlağı muayene edildiğinde bir mucizeyle karşı karşıya olduklarına iyice emin oldular:
Ses telleri normal bir insanınkinin 3 katı uzunluğundaydı.
Önceki gece Fazıl Say'ın davetiyle Bilkent'e, o mucize sesi dinlemeye gittim.
Konserde "Fazıl'ın harika çocuklar"ı birer birer sahne alıp umut ateşleri yaktılar.
Ve en son Cem Adrian davet edildi sahneye...
Siyahlar giyinmiş orkestra üyelerinin arasından bordo bir gömlek ve koyu renk kotla geçti. Ayağındaki sabo, pantolonunun paçalarını eziyordu.
Fazıl piyanoda yerini aldı, o mikrofona geçti ve kendi bestelediği bir şarkıyı söylemeye başladı.
Tizden okurken, aniden kalınlaşıyor, ağzını açtıkça sesler alfabesinin bütün harfleri, ses tellerine konmuş kuşlar gibi rahat, coşkuyla ve zorlanmadan uçuşuyordu.
Konserini bitirdiğinde aynı rahat ifadeyle "Ben, sadece şarkı söylemek için doğduğumu düşünüyordum" dedi.
"Mucizelere ve meleklere" inanıyordu. "Fazıl meleği"yle tanışması, onun mucizesiydi.
Fazıl cevaben şöyle dedi:
"Yıllar sonra bir gün 'Cem'in ilk konserinde biz de vardık' diyeceksiniz keyifle..."
Cem Adrian ismini hafızanıza yazın. Yakında çok sık duyacaksınız.
Can Dündar
Daha doğrusu daha önce duyduğum tüm sesler o seste buluşmuş gibiydi.
Baştan anlatmalıyım:
2 ay önceydi.
İstanbul'da Fazıl Say'a bir arkadaşı "Şunu bir dinle" diye bir CD verdi.
Edirneli, 24 yaşında bir müzisyenin tanıtım amacıyla yaptığı bir kayıttı bu... Bir süre yerel radyolarda DJ'lik yapmış, bir yıl önce de İstanbul'a gelmişti. Bir yandan deneysel müzik çalışmaları yaparken, öte yandan Etiler'de bir kahvede fal bakarak hayatını kazanıyordu.
Fazıl Say, sesi dinleyince irkildi.
Daha önce hiç böyle bir şey duymamıştı.
Kah kendi bestelerini, kah bildik şarkıları söyleyen bu genç adam, peş peşe bas, bariton, tenor, alto, soprano, koloratür soprano sesleri çıkarabiliyordu.
Yani "tek başına çok sesli koro"ydu.
7 oktav genişliğinde bir sese sahipti.
Hem Louis Armstrong hem Elvis Presley gibi okuyabiliyor; pop, caz, klasik, her telden ve makamdan söyleyebiliyordu.
Klarnet sesini de, trombonu da, sivrisinek vızıltısını da taklit edebiliyordu.
O gece uyuyamadı Fazıl Say...
Sabah CD'deki sesin sahibiyle tanıştı. Uzun boylu, yakışıklı, rahat tavırlı bir gençti bu...
Ona, gırtlağındaki materyalin farkında olup olmadığını sordu.
"Farkındayım" dedi genç kayıtsızca...
Ama nota bilmiyordu ve müzisyen olmaya pek niyeti yoktu.
Fazıl ona bu sesle müzik eğitimi alırsa 1 yıl içinde bir dünya starı olabileceğini söyledi. Ve kendisini bu dönem ders vermeye başladığı Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi'ne davet etti.
Mucize ses, kısa süre sonra Ankara'daydı.
Orada kendisini ses uzmanı, Bilkent Senfoni'nin şefi İbrahim Yazıcı dinledi ve hemen Fazıl'ı arayıp şu yorumu yaptı:
"Böyle bir ses, dünyaya bin yılda bir gelebilir."
Gencin gırtlağı muayene edildiğinde bir mucizeyle karşı karşıya olduklarına iyice emin oldular:
Ses telleri normal bir insanınkinin 3 katı uzunluğundaydı.
Önceki gece Fazıl Say'ın davetiyle Bilkent'e, o mucize sesi dinlemeye gittim.
Konserde "Fazıl'ın harika çocuklar"ı birer birer sahne alıp umut ateşleri yaktılar.
Ve en son Cem Adrian davet edildi sahneye...
Siyahlar giyinmiş orkestra üyelerinin arasından bordo bir gömlek ve koyu renk kotla geçti. Ayağındaki sabo, pantolonunun paçalarını eziyordu.
Fazıl piyanoda yerini aldı, o mikrofona geçti ve kendi bestelediği bir şarkıyı söylemeye başladı.
Tizden okurken, aniden kalınlaşıyor, ağzını açtıkça sesler alfabesinin bütün harfleri, ses tellerine konmuş kuşlar gibi rahat, coşkuyla ve zorlanmadan uçuşuyordu.
Konserini bitirdiğinde aynı rahat ifadeyle "Ben, sadece şarkı söylemek için doğduğumu düşünüyordum" dedi.
"Mucizelere ve meleklere" inanıyordu. "Fazıl meleği"yle tanışması, onun mucizesiydi.
Fazıl cevaben şöyle dedi:
"Yıllar sonra bir gün 'Cem'in ilk konserinde biz de vardık' diyeceksiniz keyifle..."
Cem Adrian ismini hafızanıza yazın. Yakında çok sık duyacaksınız.
Can Dündar
Milliyet Gazetesi - 28 Ekim 2004
Röportaj...
Cem Adrian Röportajı(Onur Toraman)
Onur Toraman
Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiginiz ve konugumuz olarak burda bulundugunuz icin tesekkur ederim.İlk sorumuzu bize müzik kariyerinizin nasıl başladıgını bu süreç aşamasının nasıl geliştini anlatırmısınız ?
Cem Adrian
Müzik benim için konuşmayı öğrenmek, yürümeyi öğrenmek gibi bişeydi... hala tam olarak nasl başladığını ve devam ettiğini çözebileceğim bir sey değil... bunun dısında bu sorunun teknik cevabıda sanırım şudur... 2004 yılında fazıl say'ın davetiyle bilkent üniversitesinde özel öğrenci konumunda eğitime başlamam müzik kariyerimde önemli bir dönüm noktasıdır.
Onur Toraman
Ses tonunuzun dünyada sadece 2 kişide olduğu söylentiler arasında. Bu doğrumudur ?
Cem Adrian
Dünyadaki her insanın ses tonunun tamamen kendine özel yaratıldığnın düşünürsek bu doğru değildir... benim sesim ve seslerim sadece bana aittir... sesimin fonksiyonel olmasındaki biyolojik özellikse duydugum ve bildiğim kadarıyla yine bana has..
Onur Toraman
Peki en büyük projeniz ?
Cem Adrian
En büyük projem AŞK BU GECE ŞEHRİ TERK ETTİ albümünü yayınlamaktı...
Projeden söz etmişken albümlerinize dönelim ilk albümünüz gayet başarılı ve ses getiren bi albümdü.Sizce neden bu albüm çok sevildi ve tutuldu.
çünkü daha önce hiç kimsenin böyle bir albümü olmamıştı.. amatör dönemdeki demo kayıtlar çok profesyonel bir sunumla gerçekleşti...samimiyetini kaybetmemiş müzik insanların ihtiyacı olan bir şeydi...
Onur Toraman
Albümde cover parçalarda vardı.Sizin tarzınızda müzik yapan bir sanatçı için avantajlı bi durum mudur albümde cover parçalara yer vermek ?
Cem Adrian
ilk albüm, prodüktörü fazıl say tarafından seçilmiş bir repertuara sahip bir albümdü... ben cover bir şarkıyı o albümde görmek istemezdim açıkçası... benim için "ticari bir kaygı güdüyor mu?" sorusunu duyma endişesi getitir... ama fazıl sayın böyle bir amacı yoktu... ben kendi albümlerimde tercih etmiyorum.
Onur Toraman
Kendi yazdığın şarkıların senin açından anlamı nedir ?
Cem Adrian
Günlüklerim... yıllıklarım... aşklıklarım...
Onur Toraman
Kimlerle çalıştın müzik yolculuğunda bugüne kadar ?
Cem Adrian
Genelde tek başıma çalışmayı seviyorum... müzikal anlamda destek aldığım ya da birlikte çalıştığım isimler yok... fakat konuklarım var... fazıl say, umay umay, pamela, hayko cepkin gibi...
Onur Toraman
En çok kiminle aynı projede yer almak istersin ?
Cem Adrian
portishead ya da björk'le.
Onur Toraman
Gelicek hakkındaki varolacak projelerinden bahsedelim seni sevenleri ne gibi süprizler bekliyor ?
Cem Adrian
Emir albümüm önümüzdeki günlerde yayınlanıyor... şuan bu albümün heyecanını yaşıyoruz... bu albümden başka bir projem yok şuan kafamda... bir de... 19 aralıkta vizyonda olacak abdullah oğuz un yeni filmi sıcak'ın müziklerini yaptım.. filmi bekliyorum...
Onur Toraman
Cem Adrian günlük yaşantısında neler yapar ?
Cem Adrian
çok "yasal" müzik dinler... çok "yasal" film izler... ve spor yapar... en çok ta uyumayı sever şu günlerde.
Onur Toraman
Yoğunluktan sinema,alış veriş vs. sosyal etkinliklerede katılabiliyormusun ?
Cem Adrian
(Gülüşmeler) uzun zamandır hayır.
Onur Toraman
İnsanlar seni tanıyolar peki ne tepkiler veriyolar yolda vs. yerde gördüklerinde ?
Cem Adrian
Neyse ki popüler kültürden daha uzak ve o kültürün parçası olan "ünlülere" uygulanan davranışlar benim başıma gelmiyor...
benim sanatımı seven insanlar bana daha saygı içeren tepkiler veriyorlar. bu da çok güzel.
Onur Toraman
Yaptığın müziği eleştirenler oluyor mu ?
Cem Adrian
Bilinçli ve bilinçsizce.
Onur Toraman
Bunu nasıl karşılıyorsun ?
Cem Adrian
Bilinçsiz eleştri benim için bir şarkıdaki duyulmayan bir frekans gibidir. vardır ama duymam.
bilinçli eleştrilere kulak verir ama yide de bldiğimi yaparım.
Onur Toraman
Son olarak söylemek istediklerin nelerdir ?
Cem Adrian
müzik sanatının dünya tarihi boyunca en yerlerde olduğu 2000 li yıllarda insanlara biraz daha açık algı kabiliyeti dilyorum.
sevgilerimle...
Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiginiz ve konugumuz olarak burda bulundugunuz icin tesekkur ederim.İlk sorumuzu bize müzik kariyerinizin nasıl başladıgını bu süreç aşamasının nasıl geliştini anlatırmısınız ?
Cem Adrian
Müzik benim için konuşmayı öğrenmek, yürümeyi öğrenmek gibi bişeydi... hala tam olarak nasl başladığını ve devam ettiğini çözebileceğim bir sey değil... bunun dısında bu sorunun teknik cevabıda sanırım şudur... 2004 yılında fazıl say'ın davetiyle bilkent üniversitesinde özel öğrenci konumunda eğitime başlamam müzik kariyerimde önemli bir dönüm noktasıdır.
Onur Toraman
Ses tonunuzun dünyada sadece 2 kişide olduğu söylentiler arasında. Bu doğrumudur ?
Cem Adrian
Dünyadaki her insanın ses tonunun tamamen kendine özel yaratıldığnın düşünürsek bu doğru değildir... benim sesim ve seslerim sadece bana aittir... sesimin fonksiyonel olmasındaki biyolojik özellikse duydugum ve bildiğim kadarıyla yine bana has..
Onur Toraman
Peki en büyük projeniz ?
Cem Adrian
En büyük projem AŞK BU GECE ŞEHRİ TERK ETTİ albümünü yayınlamaktı...
Projeden söz etmişken albümlerinize dönelim ilk albümünüz gayet başarılı ve ses getiren bi albümdü.Sizce neden bu albüm çok sevildi ve tutuldu.
çünkü daha önce hiç kimsenin böyle bir albümü olmamıştı.. amatör dönemdeki demo kayıtlar çok profesyonel bir sunumla gerçekleşti...samimiyetini kaybetmemiş müzik insanların ihtiyacı olan bir şeydi...
Onur Toraman
Albümde cover parçalarda vardı.Sizin tarzınızda müzik yapan bir sanatçı için avantajlı bi durum mudur albümde cover parçalara yer vermek ?
Cem Adrian
ilk albüm, prodüktörü fazıl say tarafından seçilmiş bir repertuara sahip bir albümdü... ben cover bir şarkıyı o albümde görmek istemezdim açıkçası... benim için "ticari bir kaygı güdüyor mu?" sorusunu duyma endişesi getitir... ama fazıl sayın böyle bir amacı yoktu... ben kendi albümlerimde tercih etmiyorum.
Onur Toraman
Kendi yazdığın şarkıların senin açından anlamı nedir ?
Cem Adrian
Günlüklerim... yıllıklarım... aşklıklarım...
Onur Toraman
Kimlerle çalıştın müzik yolculuğunda bugüne kadar ?
Cem Adrian
Genelde tek başıma çalışmayı seviyorum... müzikal anlamda destek aldığım ya da birlikte çalıştığım isimler yok... fakat konuklarım var... fazıl say, umay umay, pamela, hayko cepkin gibi...
Onur Toraman
En çok kiminle aynı projede yer almak istersin ?
Cem Adrian
portishead ya da björk'le.
Onur Toraman
Gelicek hakkındaki varolacak projelerinden bahsedelim seni sevenleri ne gibi süprizler bekliyor ?
Cem Adrian
Emir albümüm önümüzdeki günlerde yayınlanıyor... şuan bu albümün heyecanını yaşıyoruz... bu albümden başka bir projem yok şuan kafamda... bir de... 19 aralıkta vizyonda olacak abdullah oğuz un yeni filmi sıcak'ın müziklerini yaptım.. filmi bekliyorum...
Onur Toraman
Cem Adrian günlük yaşantısında neler yapar ?
Cem Adrian
çok "yasal" müzik dinler... çok "yasal" film izler... ve spor yapar... en çok ta uyumayı sever şu günlerde.
Onur Toraman
Yoğunluktan sinema,alış veriş vs. sosyal etkinliklerede katılabiliyormusun ?
Cem Adrian
(Gülüşmeler) uzun zamandır hayır.
Onur Toraman
İnsanlar seni tanıyolar peki ne tepkiler veriyolar yolda vs. yerde gördüklerinde ?
Cem Adrian
Neyse ki popüler kültürden daha uzak ve o kültürün parçası olan "ünlülere" uygulanan davranışlar benim başıma gelmiyor...
benim sanatımı seven insanlar bana daha saygı içeren tepkiler veriyorlar. bu da çok güzel.
Onur Toraman
Yaptığın müziği eleştirenler oluyor mu ?
Cem Adrian
Bilinçli ve bilinçsizce.
Onur Toraman
Bunu nasıl karşılıyorsun ?
Cem Adrian
Bilinçsiz eleştri benim için bir şarkıdaki duyulmayan bir frekans gibidir. vardır ama duymam.
bilinçli eleştrilere kulak verir ama yide de bldiğimi yaparım.
Onur Toraman
Son olarak söylemek istediklerin nelerdir ?
Cem Adrian
müzik sanatının dünya tarihi boyunca en yerlerde olduğu 2000 li yıllarda insanlara biraz daha açık algı kabiliyeti dilyorum.
sevgilerimle...
Xsosyete Magazin - 22 Kasım 2008
Cem Adrian Röportajları...
CEM ADRİAN İLE RÖPORTAJ |
Yazar Deniz Yılmaz | |
Salı, 24 Şubat 2009 | |
Hani; çocukların, içindeki ufak oyuncaklara kavuşmak için hevesle yiyerek bitirmeye çalıştığı çikolatalar ve şekerler vardır ya; Cem Adrian’ın albümleri de bu hissi verir. Albüm kapakları her seferinde merak uyandırsa da, asıl içindekilerle büyüler insanı. Ve sonun da anlarız ki; birer çocuğa dönüşüp, heyecanla o renkli paketi açarken, içindeki “oyuncağı” görmek adına yaşadığımız telaş boşuna değildir.
Yine bu heyecana ve bekleyişe değen bir albüm çıkmış ortaya.Cem Adrian’ın tüm gerçeklerle ve hisleriyle yüzleştirdiği sesi o kadar net ve çıplak ki “Emir” albümünde.
“Emir” de yer alan şarkılar; başucunda bekleyen ama daha sonra ölmüş bir melekten, Tanrı’dan alınan bir emirden, sonunda ne olduğu bilinmeyen yollardan, aşkın bizi nasıl kaybettiğinden ve bu kez artık hiçbir şey demeden gitmeye karar vermiş bir çocuktan bahsediyor. Tüm bunları da titreşerek belleğimize yayılan, kaybolmuş bir çocuğun sesinden aktarıyor adeta. Hayatımızın bir yerinde kaybettiğimiz o çocuğun sesinden…
Ve eminim ki; o titreşimin yankıları, uzun bir süre gri şehrin kaldırımlarında gezinen insanların ruhundan gitmeyecek.
“Emir”de, önceki albümlerinizdeki gibi farklı tarzlarda parçalarınız var. Farklı tarzlar üzerinde denemeler yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Aslında denemeler yapıyoruz diyemem; çünkü bir şey denemek için genelde stüdyoya girdiğimizde, aranjelerde ya da besteleri yaparken nasıl gelişirse onu biraz kendi haline bırakıyorum. Herhalde bu benim çok fazla müzik dinlememden ve farklı şeyler dinlememden ötürü bir tarza odaklanamadığımdan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. “Emir” albümünde de yine farklı bir bütünlüğün içinde farklı şarkılar oldu.
Bir albümü oluştururken; şarkı sözleriniz hislerinizle ve o anki hayata bakış açınızla ne kadar örtüşüyor? Örneğin; “Emir” de; “çocuk” ve “yol” kelimeleri birkaç şarkınızda geçiyor…
Onları yaklaşık bir buçuk sene önce yazmıştım, en son da albüm çıkmadan önce “Bir Melek Ölürken” i kaydetmiştim. Geçen 2 sene içerisinde yaşadıklarımı yazdığımdan ve o dönemin de başkahramanları yollar ve çocuklardı, herhalde ondan kaynaklanıyor.
Son albümünüzün kapağındaki “çıplaklığın” albümle ve içeriğiyle bağdaştığını düşünürsek, tam olarak neyi anlatıyor bu duruş bize; yani çıplaklığın vermek istediği bir mesaj var mı? Mesela “çıplaklık” genelde savunmasızlığı, saflığı temsil eder…
Aslında o mesaj tam da dediğiniz şeylerin mesajını veriyor; yalnız neye karşı çıplak ve neye karşı savunmasız olduğunuza bağlı, bu albümdeki çıplaklık aşka karşı olan bir savunmasızlığı anlatıyor ve bu da şarkılarla örtüşüyor zaten.
Daha evvel Bremen Jazz Festivaline çıkmışsınız, Fazıl Say ve Burhan Öcal ile bir gösteriniz olmuş. Bundan sonraki projelerinizde Jazz a ağırlık vermeyi düşünüyor musunuz?
Essentials diye bir seriye başladık; ilki türkülerden oluşuyordu, onun ikincisi Jazz olacak ve üçüncüsü de klasik müzik olacak. Yani bir dahaki “Seçkiler” albümü serisinin ikincisi Jazz müziğinden oluşacak.
Eğer Fazıl Say sizi keşfetmemiş olsaydı, siz yine müzik adına bir şeyler yapmayı düşünür müydünüz?
Yani müzikle uğraşma çabası içinde de olabilirdim hala, çünkü yine müziğe doğru yöneliyordum sonuçta. Tabi ki daha geç olurdu, güç olurdu yine bir şey olurdu ama ne zaman olurdu bilmiyorum ama sonuç itibariyle yine müzikle uğraşmaya çalışıyor olurdum herhalde.
Genelde görüyoruz; sanatın içine ticari kaygılar girdiğinde o iş vasıfsızlaşabiliyor, ya da birbirinin aynı olan işler çıkıyor. Sizce müzikten hem para kazanılıp, hem de ticari kaygılar olmadan kaliteli işler yapılabilir mi?
Benim için bir sorun yok bu konuda; çünkü şöyle düşünüyoruz biz ekip olarak da; önce müziği yapıp daha sonra müzik marketi, bu işin pazarlanmasını, promosyonunu düşünüyoruz ama hani öncelikle bu işin ne kadar satacağını düşünüp, ticari bazda değerini ölçüp ona göre müzik yaparsanız zaten yaptığınız sanat değil zanaat olur; zanaatçı dolu etrafta zaten. Benimki biraz daha farklı bir yöntemle hem müziğimi yapmak, hem de bu işten para kazanmak.
Klasik bir soru olarak; sizi en çok etkileyen müzik tarzları ve beğendiğiniz sanatçılar kimlerdir?
Ben deneysel müzikleri seviyorum Björk, Portishead ya da Röyksopp gibi. Daha fazla yurt dışından isim dinliyorum ama Türkiye’den de mesela Cenk Taner vardır çok sevdiğim bir müzisyen; Kesmeşeker’in solisti. Düş Sokağı Sakinleri ve Ezginin Günlüğü’nün eski albümlerini dinlemişliğim vardır. Bülent Ortaçgil’in yine eski çalışmaları ve tabi yeniler de dâhil olmak üzere… Biraz daha müzik yapmaya çalışan insanları dinlediğimi söyleyebilirim kısacası.
En yakın projeleriniz arasında neler var?
Şu an en yakın proje olarak “Nereye Gidiyorsun” un videosunu çekeceğiz, son albümün üçüncü videosu. Yeni albümün konserleri devam ediyor, çok fazla konser var, onlara gelip gidiyoruz. Başka bir proje düşünmüyorum, dinlenmeyi düşünüyorum bunlar dışında.
| |
Son Güncelleme ( Pazartesi, 28 Aralık 2009 ) |
Cem Adrian röportaj...
Ankara’yı, Ankaralılar’dan daha çok seviyor Cem Adrian. Ne zaman Ankara hakkında konuşsak, bu şehirde yaşadığı için ne kadar mutlu olduğunu ifade ediyor üstüne basa basa. İstanbul müzik piyasasındaki kaos devam ederken; o Tunalı Hilmi’deki stüdyosuna kapanıyor ve dinlemeye doyamadığımız albümler hazırlıyor.
Son albümü “Emir”i de Ankara’da kaydeden Cem Adrian ile albümün yakaladığı başarıyı kutlamak ve yeni şarkılarından konuşmak üzere, şehrin en güzel mekanlarından NADA’da buluştuk.
Gayemiz müzik konuşmaktı; ancak geçmişe dayanan tanışıklığımız sayesinde sohbet çok daha özel konulara uzanıverdi. Cem Adrian, yeni albümü “Emir”in ardındaki büyük aşk hikayesini tüm “çıplaklığıyla” ilk kez bu röportajda anlattı.
Serkan Tavşanoğlu: Bu albümdeki şarkıların çok sevildi. Daha önce Cem Adrian dinlememiş insanlar da biliyorlar artık şarkılarını. Müziğinin herkese ulaşması mutlu ediyor mu seni?
Cem Adrian: Öncelikle bir şeyi herkesin beğenmesi, onun çok iyi olduğu anlamına gelmez. Eğer bu kadar çok insan beğeniyorsa, burada bir sorun var demektir. Her zaman hitap etmediğim insanlara da artık hitap etmeye başladığımın farkındayım ve bu beni kaygılandırıyor doğrusu. Bu albümdeki şarkılar insanlara daha “yakın” geldiği için sevildi sanırım. Aslında benim için de “daha yakın” bir albüm olduğunu söyleyebilirim. Belki de bende bir değişiklik olmuştur.
Giderek daha iyi müzik yaptığın için daha çok insana ulaşıyor da olabilirsin...
Albümün iyiliği ile bir ilgisi yok bence bunun. “Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti”den daha iyi bir albüm olduğunu düşünmüyorum “Emir”in. Ondan daha fazla satmayacak bu albüm. Sonuçlarından sonra biraz sorguladığım bir albüm oldu “Emir”.
İçine sinmeyen şarkılar mı var bu albümde?
Hayır, kesinlikle. Çok içime sindi tüm şarkılar. Bir yerde bir sorun var ama bulamıyorum onu.
İnsanlar şarkılarını dinlesin ama yüzünü kimse görmesin, seni kimse tanımasın ister miydin?
İster miydim? Bu çok fantastik bir hayal. Ben manken değilim, oyuncu değilim; böyle işler yapabilirim elbette ama şu anda yapmıyorum. Müzisyenim ben. Müzik, görsel bir sanat değil ki; hiç tanınmadan da yapabilirim bu işi. Uzun yıllar öyleydi zaten. Ancak özellikle çektiğimiz kliplerden sonra tanımaya başladı insanlar beni.
Albüm kapağında çıplak bir fotoğrafın var. Müziğin görsellikle ilgisi olmadığını söylüyorsun ama vücudunu ön plana çıkaran, dikkat çekici bir kapak fotoğrafı veriyorsun. Geçerli bir nedeni olmalı bunun.
Ben hiçbirşeyi gizleyip saklamıyorum. Şarkılarımda anlatmak istediklerimi, albüm fotoğrafları ile de bir bütün içerisinde sunmaya çalışıyorum. Bu albüm gerçekten hayatımın en savunmasız, herşeyini geride bırakmış, en büyük aşkını anlattığım; “çırılçıplak” halimi, “sadece buyum” dediğim halimi yansıttığım bir albüm oldu.
Kapak fotoğrafının ilgi çekeceğini biliyorduk tabii ki, ama bunu bu yüzden yapmadık. Çıplaklık, her yerde her zaman ilgi çeker. Ben “adam soyunmuş” diyen dinleyiciyi değil, “bu adam niçin soyunmuş” diye düşünen dinleyiciyi istiyorum. Bunu algılayabilecek insanlara müzik yapıyorum. Diğerleri beni ilgilendirmiyor. Genç kızların sevgilisi olmaya çalışmıyorum ki ben.
Seni kimlerin dinlemesi hoşuna gidiyor?
Akıllı, aklı başında olan insanların beni dinlemesini istiyorum. Bir sürü saçma sapan şarkının birarada olduğu playlistlere girmesin şarkılarım. Dinleyicilerim için özel bir yerim olsun istiyorum. Her türlü müziği dinleyen insanlar beni dinlemesin lütfen.
Alternatif kulvardan genele kaymak gibi bir kaygı mı yaşıyorsun?
Evet, böyle bir endişem var.
Öyleyse neden Pamela ile düet yaptın bu albümde? Seni genel dinleyici kitlesine yaklaştıracak bir hareket değil mi bu?
Daha önce düet yaptığım bir sürü sanatçı oldu; Umay Umay ve Denizhan gibi. Hepsi benim çok yakın arkadaşlarımdı. Bu albümde de yine arkadaşlarımı konuk etmek istedim.Pamela, müzikal kimliği dışında, insanı değerleri nedeniyle çok sevdiğim bir arkadaşım. Onunla şarkı söylemek istedim. “Pamela çok popüler bir insan, acaba bana popülerlik katar mı?” gibi bir beklentim olmadı asla. Çok seviyoruz biz birbirimizi. O şarkıyı Pamela’dan daha iyi söyleyebilecek bir şarkıcı da yoktu ayrıca.
Bir gün Hande Yener ile de çok iyi dost olursanız, onunla da düet yapar mısın?
İnsan herkesle çok yakın arkadaş olamaz. Ben biraz önyargılı bir insanım, özellikle müzik konusunda. Hande Yener’in geçmişte yaptığı müzikle, şu anda yaptığı müzik arasındaki farka bakınca; çok samimi bulmuyorum doğrusu bu değişimi. Eğer bir gün Hande Yenerile biraraya gelir, birbirimize inanır ve aynı frekansı yakalarsak, neden olmasın! Bir sonraki albümümde de onunla düet yapabilirim. Gerçi nasıl olur, bilemiyorum. (gülüyor)
Bu albümde elektronik altyapılar kullandın. Ses renginin, elektronik müziğe çok yakıştığını düşündüğümü sürekli söylüyorum sana. Neden böyle bir albüm yapmıyorsun?
Hadi sana müjdeyi vereyim. Öyle bir albüm projem var. Bütün şarkıların elektronik versiyonlarının olduğu bir albüm hazırlıyorum. Çalışmalara başladım, altı şarkıyı bitirip, bıraktım albümü. Şu an kafam kendi müzikal kimliğim ile alakalı olarak çok karışık. Ben sadece bir albüm değil; sözleriyle, müziğiyle, içeriğiyle, hatta kapak fotoğrafları ile bir konsept yaratıp, insanlara sunmaya çalışıyorum. Tüm bu süreci toparlamak çok zaman alıyor ve şu anda buna hazır değilim.
“Hayatımın en deli aşkı”nı anlattım bu albümde...
Baştan sona “aşk”tan ibaret bir albüm olmuş “Emir”. Sözler çok sahici ve en baskın tema“ayrılık”.
Şarkıların çoğu ayrılıktan bahseder ama insana şarkı yazdıran da “birllikte olmak” değildir, uzaklaştığınız anda yazmaya başlarsınız. Beklerken yazarsınız, başlarken yazarsınız ve bitince yazarsınız. Bir aşk devam ederken şarkı yapmaz insan. “Hayatımın en deli aşkı” diyebileceğim bir aşkı yaşadım, yaklaşık 1.5 yıl boyunca. O süreçte yazdığım şarkılar bunlar. O sürecin bana getirdiği, yaşattığı duygular var albümde. Gerçekten çok “çıplak”bir aşk albümü oldu bu albüm.
Şimdi o aşk devam ediyor mu?
Hayır. “Bir Melek Ölürken”i yazarken bitirmiştim bu aşkı. Böyle şeyleri kendime saklarım ve kimseyle paylaşmam ama anlatmak geldi içimden şimdi. Bu hikaye, albümdeki ilk şarkı “Tanrının Elleri” ile başladı, “Emir” ile devam etti ve “Bir Melek Ölürken” ile bitti. Söyleyecek hiçbir sözün kalmadığını vurguladığım “Hiçbiryer” adlı şarkı ile de albüm sona erdi.
Bu albümün seni sorgulamalara sürüklemesinin nedeni, çağrıştırdığı kalp kırıklıkları olabilir mi?
Yaşadığım herşeye sahip çıkarım ben. Bu albüm benim için çok değerli. Biten herşey, sizi yepyeni şeyler üretmeye teşvik ediyor. İstemediğim hiçbir şeyi yaşamıyorum. Birşeyi yaşıyorsak, tüm bedellerini ödemeli ya da bunları göze alarak yaşamalıyız.
Ankara’ya olan bağlılığında bu aşkın da etkisi var mı? Neden Ankara’dasın?
Bu şehri çok seviyor oluşumun, yaşadığım aşkla hiçbir ilgisi yok. Ankara’da kendi hayatımın kontrolü kendi elimde. İstanbul’da şehrin oyuncağı, kuklası gibi hissediyordum; ama burada ben yönetiyorum hayatımı. Ankara ile sevgiliyiz biz ama arada İstanbul ile aldatıyorum onu.
İstanbul’da geçirdiğin yıllar, ilk albüm çıkarma süreci ve piyasanın koşulları; seni çok mu yıprattı?
İstanbul müzik piyasasındaki insanları samimi bulmuyorum. “Piyasanın kalbi İstanbul’da atıyor” derler ya hani. Ben bunu da çok garip buluyorum. Hayat o kadar da ciddiye alınacak birşey değil ki. Kariyer yapmak için bu kadar çırpınmaya gerek yok. Ankara’da da yaşıyoruz ve hiçbirşeyden eksik kalmıyoruz. “Deniz yok” desek, İstanbul’da yaşarken de denizi görmüyordum zaten ben. İstanbullular denizi sadece köprüden karşıya geçerken görüyorlar.
Ben 2004’te geldim buraya. 5 seneden beri buradayım ve üç albümümü de Ankara’da çıkarttım. Buradan yürüyor işler inanın. Başarılı olmak isteyen insanları buraya davet ediyorum. İstanbul çok zor. Orada birşey üretilmiyor. Üretilenleri de görüyoruz. Ben hiçbir şey bulamıyorum sanat adına. Başarı dediğin şey tanınmak değildir ki. Ankaralı müzisyenler çok güzel işler üretiyorlar . İkinci albümlerini İstanbul’da yaptıkları için başarısız olan bir sürü Ankaralı grup var ama ilk albümleri çok güzel, çünkü burada yapmışlar.
Röportaj: Serkan Tavşanoğlu
Fotoğraflar: Seden Karadeniz
Mekan: NADA/ Ankara
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)